Seçim ve Anayasa

Seçim tarihi belli oldu. 2011’de okullar kapanmadan Türkiye genel seçime gidecek. İlkbahar ve sonbahar ayları seçim yapmak açısından ideal aylardır. Kırsal kesim yaylaya çıkmamıştır, kentler tatil yörelerine göç etmemişlerdir. 2011’in Haziran ayına şurada dokuz aylık bir süre kalmıştır. Göz açıp kapayıncaya kadar o da geçer, CHP ve MHP gibi günümüzün muhalefet partileri ise bu tarihe şimdiden razılar, seçim ortamının hendekler, çeşitli tuzaklarla dolu olduğunu göremiyorlar, bu bağlamda, en küçük bir itirazları yok. Seçim hilesi yalnız sandıkta yapılıyor sanıyorlar… Seçmenler üzerindeki baskıyı yeterince değerlendiremiyorlar. Son referandum kampanyası ve sonuçları onlara ders olmamış, şimdi sandık sonuçlarının yayınlanması için çırpınıyorlar. Oysa iftar sofralarını, tehditleri ve referandumun geçersizliğini, görmezden gelen onlar. Şimdi arz edeceğim küçük hesabı, analizi yapanına ne yazık ki rastlamadım.

Hesap çok basit. Anayasa’nın bir maddesi, ya da maddelerini değiştirebilmek için TBMM’sinin 2/3 çoğunluk oylarına gereksinim vardır. Bu geçerli oy düzeyi, değiştirilecek metnin bir oydaşma (konsensüs) sonucu oluşmasını sağlamak amacıyla anayasada yer almaktadır.

Son referandum, bu nedenle yapıldı. Sonuç bilindiği gibi %58 kabul %42 ret olarak açıklandı. Yüksek Seçim Kurulu’nun kesin sonuçları açıklamasından sonra, halkoylamasının konusu alan değişiklik “Resmi Gazete” de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Kimse şu soruyu sormadı: Anayasamıza göre değişikliğin salt çoğunluğun 2/3’nün “evet” oyuyla kabul edilmesi gerekir. Çünkü “Anayasa” tüm Türk halkını ilgilendirir. Halk oylamasında da salt çoğunluğun (yani seçmen listesinde yer alan 49 milyon seçmenin) %2/3’ü ile yani %66’nın üzerinde oy alması ile geçerlilik kazanabilir.

Ne var ki 11 milyonu aşkın seçmen oy kullanmadı geçerli oyların ancak %58’i yani yaklaşık 20 milyonu değişikliğe “evet” dedi. Yani salt çoğunluğun ancak yüzde 43’ü evet demiştir. Halkoylaması açıkça anayasaya aykırı bir durumu yansıtmıştı. Buna hiç kimse aldırış etmediği gibi AB ve ABD çevreleri de AKP’yi başarısından ötürü kutsadı.

Bu “oldu – bitti” Anayasa’nın bir “hile-i şeriye” ile ihlalidir. “Doğrudan demokrasi” masalı ile “Halk ne derse o iyidir” mantığı ile donatılmış sunturlu bir dalaveredir. Tüm dünya, bugünlerde, neo-liberalizm’in hızlı adımlarla faşizme doğru çevrildiğini tartışırken, bizim “ileri demokrasi sevdalısı” aydınlarımız sonucu “yetmez ama gene de bir adımdır” diye alkışlamaya devam ediyorlar. Altanlar, Cengizler, Hadiler, Çongar’lar ve de Osman Can’ın peşinden koşanların mutluluğu tavan yapmakta.

Sık sık yinelediğim tehlike artık kapımızı çalıyor. Ne yazık ki hala sosyalist kimliklerini koruyanların dışında kimse bunun farkında değil. Saf delikanlı lideriyle CHP, gel değişikliği şimdi yapalım diyor, cevap "Hayır seçimden sonra oluyor" ve ekleniyor, "gel şimdi 'başörtüsünü' konuşalım".

Özel yetkili savcıların fırtınası artık tropikal siklonlara benzer hale geldi. Silivri, toplama kampına dönmüştü. Seçim süresince daha birçok “komplo” kokan davalara tanık olacağız. Okyanus ötesi, neredeyse siyasal erkin ortağı olmuş durumda. Halkoylaması sonuçlarını değerlendiren siyasal erk öncelikle “okyanus ötesine” teşekkürle bağlılığını teyit etti. Medyamızın önde gelen programları, yazarları Pensilvanya’ya koştu.

Onunda ötesinde tarikatlar, cemaatler AKP’ye destek için hazır kıtalar halinde şimdiden mahallelerde “baskı lobi”lerini oluşturmuş durumdalar. Halkoylaması sonunda oluşan harita bile muhalefetimize ders olmamış. Güneydoğu illerinde sürekli barış için verilen “Yeni Anayasa” sözünün dillendirildiği ünlü AKP mitinginde zaten her şey kotarılmıştı. “Hayır” ve “Evet” oylarının dengesini sözde boykot politikasıyla BDP bozdu. Şimdi onun ödülünü istiyor. AKP’de o oylara muhtaç olduğunun farkında. Pazarlık TV ekranlarında, Beşir Hoca’nın yönetiminde, reytingi yüksek bir dizi olarak sürüp gidiyor.

AKP, ABD, Kürt vatandaşlar, tarikatlar ve hepsinin ötesinde Pensilvanya seçime hazır. Peki, Cumhuriyetin temel değerlerine bağlı aydınlanma yolunda çırpınan sahil bantlarında yığınların ise tek umudu CHP ne yapıyor. Baykal, Önder Sav’ı alt etmek için tüzük kurultayı peşinde, Kılıçdaroğlu yolsuzlukla mücadele ederken bile küresel “sistemi” eleştirmekten korkuyor. İşçi sınıfını kucaklayan bir CHP’den sözetmek mümkün değil. Neo-liberal sistemin doğal müttefiki iş adamları, ilk kez CHP’de genel başkan yardımcısı.

Bugün parasal olanakları, vicdan sömürüsü ile yumak olmuş iktidarı ancak neo-liberal düzene karşı çıkmakla baş edebilirsiniz. Türkiye’nin tüm birikimleri yabancı şirketlere ve onların uzantılarındaki yerli sermayeye peşkeş çekilmiş durumda. Türk halkının birikimleri, devletin finans kuruluşları (bankalar), petrol rafineleri, madenleri, tekstil, şeker, çimento fabrikaları ve nice varlıkları 1980’den bu yana elden çıkarıldı. Tekel işçileri 4-C’lere mahkûm olurken, Mey İçki’nin değerinin dört milyarın üzerine çıktığını gazetelerden öğreniyoruz.

Muhalefet bu seçimde bu varlıkları geri alacağım, millileştireceğini demek cesaretini bulacak mı? Kurbanını bile ithal edecek duruma düşüşünü açıklayacak mı? Kura düşük tutarak yurt içini bir “yabancı ürünler cenneti” haline getirdiğini açıklayabilecek mi? KDV, ÖTV vb gibi dolaylı vergilerle devletin harcamalarını bütünüyle emekçi halkın üzerine yığdığını anlatacak mı? Lafta değil, özde yoksullardan, açlardan, mekansızlardan, eğitimsizlikten yana olduğunu onları inandırabilecek mi, Naif değil gerçekten “sol” politikayla, barışık olduğunu kanıtlayabilecek mi? Yoksa AKP’nin yeni anayasa sözünün içeriğini anlamadan “birlikte” oluşturalım saflığını sürdürecek mi? AKP takiyye yapmıyor, “açık ve net” ifade ediyor. “Anayasa’yı ben yapacağım” benle olmazsanız, halka başvuracağım” diyor. Cehaletin, bilgisizliğin kol gezdiği bir ülkede faşizmi halka onaylatmak en akılcı yöntemdir. Bunu sosyalistler gibi cesaretle yığınlara anlatmazsak, vay halimize