Çürümeyi ve onun ulaştığı düzeyi betimlemekte katkı sağlayabilecek bir sözcük daha var, diyebiliriz. İlk bakışta belki abartılı gelebilecek o sözcük “parçalanmışlık”tır.
Dibinde yerine doruğunda demiştim önce. Doruk sözcüğüne kendi başına olumlu bir anlam yüklenebildiği düşüncesiyle, sonradan değiştirdim. Ama böyle deyince de bir kötülüğün ulaşması mümkün olan en son nokta anlaşılabiliyor, öyle bir çağrışıma yol açılıyor sanki. Oysa, hiçbir kötülüğün, buradaki örnekte çürümenin en uç noktasına ulaşmak mümkün değil, diyemesek bile, hiç de kolay görünmüyor. Yaşadıklarımızdan öğrenmiş, hâlâ da öğreniyor olmalıyız.
Ülkemizde çok uzun süredir yaşadıklarımız, neredeyse her gün bir önceki günü aratır olmak üzere, çürümenin dibini bulmanın kolay olmadığını gösteriyor.
Bizim büyüklerimizin, ondan çokça etkilenmiş olanların deyişiyle İhtilal-i Kebir’in herhalde en unutulmaz kahramanı sayılabilecek Robespierre’in çok uzağında olduğu söylenmiş “çürüme”den söz etmek değil asıl niyetim. İhtilal yılında 31, giyotine gönderildiğinde ise sadece 36 yaşında olan bu büyük devrimci için yapılan yakıştırmanın dilimize “çürütülemez” ya da “yoldan çıkarılamaz” biçiminde aktarılabileceğini biliyoruz. Gerçekten de, kısa ömrünü son derece mütevazı koşullarda geçirmiş, örneğin, bir marangozun pansiyonunu mesken tutarak yaşamıştır.
Benim burada değinmek istediğim, bizim ülkemizde bu örneğin tam karşıtında bir ömür süren yöneticiler ile politikacılar değil. Onların içinde yaşadıkları, canla başla savunup yönettikleri düzenin hemen hemen bütün kurumlarında, git gide toplumsal hayatın bütün alanlarında gizlenemez duruma gelmiş çürümeden söz ediyorum. Bununla birlikte, çağdaşımız olan çürümenin nesnel zemininin emperyalizm aşamasındaki kapitalizm olduğunu, ayrıca, kendi “mezar kazıcıları”nı da zaman zaman çok ağırlık kazanan etkileri altına alacak kadar yaygınlık kazandığını eklemeden geçmeyelim.
Çürümeden söz edilebilmesi için ise sürecin başlangıcında tanımlanarak amaçlanmış olması gereken durumdan farklı bir durumun, bunu gösteren özelliklerin ortaya çıkması; bunların da bir gerileme, bozulma, yozlaşma, alçalış, çöküş anlamını taşıması gerekiyor. Dolayısıyla, çürüme, hem bu sözcüklerin dile getirdiği anlamların tümünü birden içeriyor, hem de bu olguyu anlatırken o sözcükleri bir arada ya da birbirlerinin yerine kullanmak mümkün olabiliyor.
Türkiye kapitalizminin ne kadar kalabiliyorsa o kadar ayakta kalabilmesini, şu ya da bu düzeyde işler durumda olmasını sağlayan bütün kurumların biraz önceki cümlelerde sıralanan ve benzerlerinin de eklenebileceği sözcüklerle anlatılabilecek bir çürümenin içinde bulunduğu, en yetersiz gözlem gücüyle bile saptanabiliyor. Bunun yanı sıra, çürümeyi ve onun ulaştığı düzeyi betimlemekte katkı sağlayabilecek bir sözcük daha var, diyebiliriz. İlk bakışta belki abartılı gelebilecek o sözcük “parçalanmışlık”tır.
Parçalanmışlık Türkiye kapitalizminin hemen hemen bütün önemli kurumlarında az çok belirgin bir görünüm kazanmış durumdadır ve hem çürümeyle birlikte ilerlemekte hem de onun düzen açısından yarattığı tehlikeleri çoğaltmaktadır. “Az çok” dememin nedeni, bu görünümün bazı alanlarda ve kurumlarda henüz yeterince açıklığa kavuşmamış olmasıdır. Yoksa, bu parçalanmanın tümüyle uzağında kalmış hiçbir kurum bulunmadığını öne sürmekte, bilimsel anlamda herhangi bir ihtiyatsızlık görülmemelidir.
Bu olgunun, geçmişinin uzunluğuna ve her bir parçanın göreli gücüne bağlı olarak, birtakım sürtüşme ve çatışmaları gündeme getirmesi doğaldır. Bu sürtüşmelerle çatışmaların sertliği ya da şiddeti, açık ve gizli iktidar koalisyonlarındaki tarafların kısa ve uzun erimli beklenti ve amaçlarıyla bunları yönetme becerilerinin, siyasal iktidar içindeki konumlanışlarının yanı sıra bütün bunlarla da bağlantılı uluslararası ilişkilerinin türevleri olarak azalıp çoğalmaktadır. Şu sıralar bu sürtüşme ve çatışmalarda fark edilebilir bir artış gözlenmekle birlikte, bu artışın birincil ortak konumundaki sınıflar, partiler ve politikacıların yönetip yönlendirme yeteneğini aşabilecek bir nicelik ve niteliğe ulaştığını, hatta çok kısa dönemde ulaşabileceğini gösterir bir değişim yoktur.
Bazı genellemeler yapmaya çalışırken böyle oldukça kapalı sayılabilecek bir üslup ortaya çıkmış oldu; bir bakıma doğal karşılanabilir. Göreli bir açıklıkla devam edip bitirelim.
Hangi düzeylere ulaşmış ve ne kadar yaygınlaşmış olursa olsun, bu parçalanmışlık olgusunun, siyasal iktidarın önlem ve karşı saldırı imkânlarını ortadan kaldırdığı ya da ciddi ölçülerde azalttığı düşünülmemelidir. Biliniyor, demokrasinin kendini koruma ihtiyacını, hem de hakkını kimse elinden alamaz, denilmiştir. Diyenlerin yapabilecekleri, sınırsızlıkla kısıtlanmıştır; bu da biliniyor.
Bu ölçülere varabilecek bir güncel örnek, artık “etki ajanlığı” kodlaması ile anılabilecek kadar konuşulur olmuş “gayet demokratik” önlem ya da önlemlerdir. “Demokratik” demekle bir alaysılamaya başvurmak niyetinde değilim. Bu tür önlemler, çoğu kez aynı gerekçeler ve sözcüklerle, Batı’nın en ileri demokrasileri sayılan ya da sanılan ülkelerde de uygulanıyor. Nitekim, bugünlerde güncellik kazanan bu “etki ajanlığı suçu” ve ona karşı alınan önlemler konusu, ABD’sinden Avrupa’sına kadar birçok ülkede pek de yeni olmayan önlemler arasında. En son, AB’ye kapılanma peşine düşürülmüş zavallı Gürcistan’ı da karıştırıp duruyor; az çok izleyebiliyoruz. Gerçi epey karıştılar ama, sonunda geçirdiler yasayı. AB’den nemalanıp duranların canlarına okumak için yeni bir araç bulmuş görünüyorlar. Büyük devrimciler yetiştirmiş Gürcü halkına ayıp etmek gibi olmasa, “yesinler birbirlerini” demek geliyor insanın içinden.
Bizimkiler de çeşitli önlemler alacak elbet. Dünyanın demokrasileri, oralardaki bilcümle demokrat hükümetler yapıyor da bizimkiler yapınca mı göze batıyor? O özdeyişi biraz önce yazdık: Demokrasinin kendini koruma hakkını kimse elinden alamaz.
Demokrasinin beşiği sanılan diyarlarda yaşadıklarına övgüye değer bir zihin açıklığıyla tanıklık edip bize aktaran Çağdaş Gökbel’in geçen yıl 27 Haziran’daki yazısında görünce bir kenara not ettiğim sözle bu yazıya son verelim. Tanıdık bir isim, birçok oyunun yanı sıra Dorian Gray’in Portresi’nin yazarı, geçen yüzyıl boyunca ve hâlâ dillerde dolaşan dizelerin şairi Oscar Wilde, daha on dokuzuncu yüzyılın sonu gelmemişken şöyle diyordu:
“Bir zamanlar demokrasiden büyük şeyler umulmuştu, fakat demokrasi sadece halkın halk için halk tarafından sopalanması demektir. Gerçek yüzü ortaya çıkmıştır.”