O eski marşta söylendiği gibi “anamız amele sınıfıdır”. Sınıfımızın payına düşense oldum olası en adaletsiz ölümlerdir; çünkü hayatı her türlü sahtecilikten arındırılmış bir adalet ile buluşturamadık.

Ölümün adaletlisi var mıdır?

Emekçiler için soruluyorsa, yoktur; biliyoruz. Hep bilirdik. Benim bunun üzerinde ilk kez uzun uzun düşünmem büyük Nâzım’ın o şiirini okuduktan sonradır. Birazdan geleceğim.

Adalet sorgulamasının, sorgulama neyse de, hemen verilen yanıtların aceleci, dolayısıyla eksikli olması doğaldır. Ölümün adil olup olmadığını sorgularken, içimizde dışımızda, önümüzde arkamızda ne var ne yoksa hepsinin sınıfsal bir nitelik taşıdığını, toplumsal sınıflarla şu ya da bu biçimde bağlantılı olduğunu unutursak, ulaşabileceğimiz sonuçların ya tümüyle yanlış ya da çok yetersiz olması kaçınılmazdır.

Böyle der demez, kimileri bize yakın ve dost, kimileri çok uzak ve düşman olanlardan gelecek bir yığın itirazla, burun kıvırmayla, küçümsemeyle karşılaşacağımız hemen hemen kesindir. İtirazlar konuşulabilir, ötekilere kulak asmamalıyız. “Kulağasma” der, bizim oralılar. Öyle yapmalıyız.

Şimdi gelelim Nâzım’ın yazdığına.

Dört Hapisaneden adıyla 1966 yılının Mart ayında yayımlandığında okumuştum ilk kez. Sonra ne çok okumuşuzdur. Ezberlemişizdir. Şurada burada ezberden okuduğumuz olmuştur.

Yıllardan 1939. Şair İstanbul Tevkifhanesindedir. Hücresinde uyurken pencereden giren konukları olur.

Biri Osman oğlu Hâşim’dir. Şair şaşkınlığını belirterek karşılar onu:

Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim,
İstanbul limanında
              kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,
                          kömür küfesiyle beraber
                                   ambarın dibine…
Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı
Ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız
                                              simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştı canınız…    

Öteki konuk, Yayalar köylü Yakup’tur. Aynı şaşkın karşılama onun için de geçerlidir:

Siz de ölmediniz miydi?
çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?

 Üçüncü ve son konuk, yazar Ahmet Cemil’dir. İlaç şişesine rakı diye uzanınca tatlı bir azar işitir: 

yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
                    ne kadar çok içerdiniz…

Kendi kaleminden çıkmış konuklarını buyur edip oturttuktan sonra sözü ölümden açar şair. Çok anlaşılır bir durumdur. Daha sonraki yıllar boyunca, bugünlere kadar birçok kez tanık olduğumuz eşi benzeri görülmemiş adalet uygulamalarının en çok bilinenlerinden birinin baş sanığıdır kendisi. Mahpus damlarının birinden ötekine gönderilip durmaktadır. Yıllar sonra “ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü” diye yazacak olan da odur.

Bir eski Acem şairi:
“Ölüm âdildir” –diyor,-
“aynı haşmetle vurur şahı fakiri.”

Hâşim,
Neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
    herhangi bir şahın bir gemi ambarında
        bir kömür küfesiyle öldüğünü?

Bir eski Acem şairi:
“Ölüm âdildir” – diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir…
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi:
“Ölüm âdil…”
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil .
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz…

O eski marşta söylendiği gibi “anamız amele sınıfıdır”. Sınıfımızın payına düşense oldum olası en adaletsiz ölümlerdir; çünkü hayatı her türlü sahtecilikten arındırılmış bir adalet ile buluşturamadık hâlâ.