Ülkeyi hızla İslamileştirdiler. Yetinmediler Sünnileştirdiler. Şimdi Nakşi-Halidi tarikatının fistanına sığdırmaya çalışıyorlar. Sığmıyor, şeriatı eleştirmeyi suç ilan etmeye kalkışmaları ondan.

Şeriatın aslı

Sahih ne demek? Sözlük anlamıyla aslına uygun, doğru, gerçek. “Sahih-i Buhari” ya da asıl adıyla “el-Câmiu's-Sahîh”, İmam Buhari'nin hadis derlemesi. İnananlar için sahihtir, aksini düşünemeyiz. Yalnız İmam Buhari aslına uygun olduğu iddia edilen söylenceleri peygamberin ölümünden 200 yıl sonra toplamış, yazılı hale getirmiştir. Bu iki yüzyılda sahih olan ne kaldığı ayrı bir tartışma konusudur.

Buhari, bu kitabı için “Sahih olandan başkasını yazmadım. Kitap uzamasın diye terk edip yazmadığım Sahih'ler de yazdıklarımdan çoktur” dediği iddia ediliyor ki, bu sahih olan pek çok söylencenin çöpe gittiği anlamına geliyor. “Şeriatın” yarısı çöptedir!

Tabii Buhari yalnız değil, bir de Sahih-i Müslim var. O da başka bir imamın, Müslim'in topladığı hadis kitabıdır. İmam Buhari'nin “Sahih”i ile birlikte ehl-i sünnet geleneğinin, Sünnilik, iki temel kaynağıdır.

Buhari Buhara’da doğmuş bir 9. yüzyıl hadis otoritesi. Ailesi zengindir, gönlünce gezmiş tozmuş, yeni dine merak duymuş, Mekke’ye gidip öğrenmiş, duyduğu söylenceleri yazıya geçirmiştir. Bildiklerimiz böyle. Eseri “sahih” olarak bilinse de daha çok Sünni Müslümanlar için sahihtir.

“Hadis” ise, söylenceler, peygambere yakıştırılan sözler ve fiiller manzumesi demek. “Hadis alimleri” buna bir de “sahabenin”, peygamberin meclisinde bulunanlar, söz ve fiillerini eklemişler. Böylece bir “inanç pratiği” ortaya çıkmış. Pratiği şeriattır!

Haliyle pratik asıl kitapta yoktur. Şeriatın büyük kısmı Kuran'dan değil hadislerden türetilmiştir. Namazı, abdesti, salayı, ezanı, Müslüman ahlakını, demek ki, asıl kitaba değil ikincil kitaplara, hadislere, borçluyuz.

Bu durumda hadislerle ilgili bir tartışma çıkması da kaçınılmazdır. Müslümanların bir kısmı hadislerin ilahi vahiy olduğuna inanmamış. Bazıları yolun sadece asıl kitaba dayanması gerektiğine inanmış ve hadislerin “sahihliğini” reddetmiş. Genel kanıya göre hadisler 8. ve 9. yüzyıllarda ortaya çıkarılan uydurmalardan ibaret. Bu durumda şeriatın da uydurma olması mümkündür. Uydurmada bir kutsallık bulamayız.

Ayrıca hangi sahabenin hadis kaynağı sayılacağı da tartışmalıdır. Sünniliğe göre sadece peygamberin değil arkadaşlarının sözleri de kaynaktır. Şiilere göre on iki imam ve peygamberin kızı Fatıma “sünnetin” en sahih kaynağıdır. Demek ki İslam da bakana ve açısına göre değişen bir inançtır. Standart bir İslam yoktur, demek istiyorum. 

***

Peki, hadisten türetilen bu şeriatın aslı ne? “Şaria” veya “şeria”, Batı Şeria’dan biliyoruz, su içilecek yere giden yol demek. Mekândan bağımsızlaşınca “takip edilecek yol” anlamında sadeleşmiş. İslam dini ortaya çıkınca su yolu Allah’ın yolu olmuş. Yol onun olunca şeria da onun “emirlerinin bütünü” anlamına kavuşmuş. Demek ki her Müslümanın “şeria”da yürümesi şarttır. 

Ancak yol bu haliyle sadece bir yoldur, yürüyenlerin inancından emin olamayız. Şeriata uygun olanın inanca aykırı olabilmesi ihtimali demek bu da. Dini olup imanı olmama halinden söz ediyoruz, yaygın olduğunu biliyoruz. Demek ki şeria, biçime, kabuğa değin kurallar bütünüdür. Biçimsel olanın ise bir kutsallığı olmaması gerekir. “Şeriat din demektir, şeriat da din gibi kutsaldır” demek imkansızdır öyleyse. Haliyle şeria’ya karşı çıkmak, “bu yol yol değil” demek her zaman mümkündür. Şeria, yalnız başına ele alındığında, lüzumsuz hatta zararlı bir şekilcilikten ibarettir.

Tabii “Sünni Müslümanlığı” ayırıyoruz. Başkaları için lüzumsuz olan onlar için dinin temelidir ve şaria’sız inanç mümkün değildir. Bu yorum çok basit bir akıl yürütmeye dayanıyor; şeriatın esasına-aslına akılla vakıf olunamaz, haliyle sorgulanması mümkün olmayan bir hikmettir şeriat. Böylece şeriatçılığın veya islamo-faşizmin kaynağına ulaşmış oluyoruz. 

***

Haliyle adından başlayarak her şeyi tartışmalı devasa bir yığın ile karşı karşıyayız. “Kuran” sözünden başlayalım; gerçekte bu sözün ne anlama geldiğini bilmiyoruz. Bir görüşe göre “tanrının kitabının adıdır”, herhangi bir kökten türememiştir. Başka bir görüşe göre kökü vardır ama o onun da anlamı kökün “hemzeli” ve “hemzesiz” olması durumuna göre değişmektedir. “Okumak, bildirmek” veya “toplamak, biriktirmek” anlamlarına gelebilir. Gelmeyebilir de. Bildiğimiz şey peygamber zamanında “ezberden okumak” anlamında kullanıldığıdır. “Dudakları mırıldanır gibi hareket ettirerek ezberleme”, esası budur.

Zaten “Kuran” sözü Kuran’da yoktur. Çünkü içeriğini oluşturan vahiyler veya hadisler peygamberin ölümünden sonra toplanıp bir araya getirilmiştir. Şurası önemli ki bu vahiyler de sonuç itibariyle Arapçaya çevrilmişlerdir. Zira öğretiye göre “vahiy”in dili yoktur. Yani Arapça Kuran, bir tür ilk çeviridir! Haliyle Kuran’ın eski kısımları ile yeni kısımları arasında üslup farkları vardır. Doğaldır.

Buna bir de “toplama safhasının” etkilerini katmamız gerek. Peygamber ölüp vahyin kaynağı kuruyunca ezberdekileri toplayıp kayda geçirme ihtiyacı doğmuş. Fakat ezbercilerin çoğu “yalancı peygamber” Musaylima’ya karşı savaşlarda ölmüş, geride birbiriyle bağlantısız ezber kırıntıları kalmıştı.

Bildiğimiz “toplama” tarihi şu; Halife Bekir başlattı, Halife Ömer devam ettirdi, Halife Osman tamamladı. Ama Osman’ın zamanında bile hâlâ çok farklı kitaplar dolaşımdaydı. Ubay’ınki Şam’da, Mikdad’ınki Humus’da, Mesud’unki Küfe’de, Aşari’ninki Basra’da kabul görmüştü. Bunun çok büyük çatışma potansiyeli taşıdığını fark eden Osman tartışmaları sonlandırmak üzere işe el attı. Olayların tanığı ilk Müslümanlardan Zeyd’i var olanlardan yeni bir kitap oluşturmakla görevlendirdi. Çalışma tamamlanıp Osman’ın kitabı ortaya çıkınca diğer kitaplar yavaş yavaş ortadan kayboldu. Bugünkü kitabın kaynağı Osman’ın Zeyd’e hazırlattığı kitaptır. Demek ki elimizdeki esasında büyük ölçüde devlet eliyle şekillendirilmiştir. 

Diğer kitapların kaybolmasının hikayesine gelince; devletin kitabı ortaya çıkınca elinde başka türlü kitap olanlardan bunları yakması istendi. İsteği sadece Mesud reddetti. Mesud, kendisindeki kitabın doğru kitap olduğuna inanıyordu. Fihristi ile ilgili kayıtlar var, bütünüyle farklı bir kitaptır.

Söylentilerin, hadis, arasında el yordamıyla ilerliyoruz. Öyle bir hal ki Halife Osman’ın son şeklini verdiği nüshanın orijinali kayıptır. Yani Diyanet’in “ancak orijinalinin okunması caizdir” dediği kitabın orijinaline sahip değiliz. Ayrıca asıl kitap da bir hadis derlemesinden, söylence, ibarettir. Başka türlüsü imkansızdır. 

***

Madem “Kuran”ı tartışıyoruz, Osman’ın “vahiy kâtibi” Zeyd’i anmamak olmaz. Zeyd Yahudi kökenliydi, anadili İbrancaydı. Ayrıca çok sık inanç değiştiriyordu, pek çok dine girip çıkmıştı, İslam sonuncu durağıdır. Bu eski nesil uzmanımıza, kendi deyişiyle “Muhammed’in yapmadığı bir işi” yüklediler. Kabul etmek istemedi. Halife Ebubekir ısrar edip Zeyd’den oluru alınca işin nasıl yapılacağını şöyle tarif etti: “Doğruca caminin karşısına gidin, kim yanındaki ayetler için iki şahit gösterirse siz de onu kabul edip yazın.” Öyle yaptı, topladığı söylenceler kitap sayılmıştır. 

Halife Osman bu derlemelerden birini bırakıp diğerlerini yaktırdığı için hiç sevilmedi. Müslümanlar ilk fırsatta onu sakalından sürükleyerek öldürüp bir çöplüğe attılar. Araya Ali girdi, yalvar yakar gömülmesine razı oldular.

***

Şaşılacak bir yanı yok bunların. Tevrat’ın yazılması ile “inmesi” arasında geçen süre 700 yıl. İncil, İsa’dan 325 yıl sonra bir komisyon eliyle kitap haline getirildi, kitapların pek çoğu dışarıda, apokrif İnciller, bırakılmıştır. Kuran da peygamberinin ölümünden 50 yıl sonra şekillenmeye başladı. Muhammedilikte Muhammet yoktur.

Halife Ali’nin ölümü üzerine Osman zamanında Şam Valisi yapılan Muaviye halifeliğini ilan etti. Kılıç zoruyla halife Muaviye, şartların zorlamasıyla imana gelmiş gönülsüz bir Müslümandı, ilk halifelerden nefretini saklamıyordu. Zamanın ruhuna uygun bir “devlet” ortaya çıkardı. Emevi devleti görünüşte bir “İslam devleti”ydi, gerçekte sıradan bir krallıktan farkı yoktu. Dinin emirlerinin arkasına devlet gücünü dikmişti, şeriatı şeriat yapan odur. Şeriat, tartışmasız, Emevi icadıdır.

***

Buhari’nin aktardığı “sahih” bir rivayete göre peygamber Ayşe’yle evlendiğinde yaşı altıydı, yaşı dokuza varınca yatağa girdiler. Buhari’nin “Sahih”ine göre hadisin kaynağı Ayşe’dir; “Ensâr kadınları beni Resulullah’a takdim ettiklerinde ben dokuz yaşında bir kızdım” demiştir. Aişe bint Ebu Bekir, Ebu Bekir’in kızı Ayşe, peygamberin sayısı 20’yi bulan eşlerinden biridir. Fakat Ayşe peygamberin en genç eşi olmasının yanı sıra, daha önce herhangi bir evlilik yapmamış olan tek eşidir. Çünkü, yaşı itibariyle, daha önceden başka bir evlilik yapması imkansızdır.

Tabii tek örnek olsa örnek saymayabiliriz ama “ensar”dan 60’ı aşkın kadın benzer yaşlarda ensardan erkeklerin yatağına sokulmuştur. Demek ki bir dini kuralla değil bir Arap geleneği ile karşı karşıyayız. Böylece şeriatın asıl kaynağına ulaşmış oluyoruz.

Ülkeyi hızla İslamileştirdiler. Yetinmediler Sünnileştirdiler. Şimdi Nakşi-Halidi tarikatının fistanına sığdırmaya çalışıyorlar. Sığmıyor, şeriatı eleştirmeyi suç ilan etmeye kalkışmaları ondan. Sığmaz, imkânsız; görüyoruz, biliyoruz, şeriatlarını da alıp gidecekler.