Eğer içinde yaşadığımız toplumsal düzen vicdanımızı yıkıyorsa, vicdanımızı ancak o düzeni yıkmak için örgütlenerek savunabiliriz.

Vicdan aşınması

Gün başlıyor. Yüzlerce insan Mecidiyeköy otobüs durağına yayılmış, onları işlerine, okullarına götürecek belediye otobüslerini bekliyor ve çoğu bir yandan da uyanmaya çalışıyor. Biraz uyanabilmiş olanlar binecekleri otobüsün durağın neresine yanaşacağını kolluyor, çünkü bu saatte her biniş bir itiş kakış ve otobüse biniş sıranız ayakta kalıp kalmayacağınızı belirliyor. Birileri sıkıntıdan onca insanın arasında sigara yakıyor, başkaları onların dumanından kaçabilmek için öfleyerek yer değiştiriyor. 

Yakından baktığınızda her biri yapayalnız; biraz uzaklaşıp baktığınızda ise birbiriyle mücadele eden, yabancılaşmış bir kalabalık görüyorsunuz.

Ve tüm bu akışta, yanaşıp kalkan otobüslerin motor gürültüsü içinde, bedeni orada olmayan bir ses yarım dakikalık bir yakarış tekrarlıyor: "Ben ___'nin annesiyim. Çocuğum SMA Tip 2 ölümcül kas hastası. Yurt dışından almamız gereken ilaçlar çok pahalı. Çocuğumu parasızlık yüzünden kaybetmek istemiyorum. Ne olur görmezden gelmeyin. Ne olur yardım edin..."

Durağa gelip çağrıyı duyan insanların yüz ifadesinde bir ekşime ya da katılaşma oluyor; bunların bir kısmı belli ki günlük rutinlerinde bu yakarışı her sabah duyuyor, uzaklaşınca unutuyor ve ertesi sabah tekrar hatırlıyor. Gündelik hayatın seslerini müzikle kesen kulak tıkaçlarına sahip olmayanlar, durağın o noktasında durmamaya çalışıyor; çünkü sürekli tekrarlanan yakarışı otobüs bekleme süresi boyunca belki on, belki yirmi defa dinlemenin çıldırtıcı bir tarafı var. İnsansız dilenme aracı, önünüzde durup avuç açan ve para verseniz de vermeseniz de bir süre sonra uzaklaşan gerçek bir insandan farklı. İçine para atsanız da susmuyor ve gitmiyor. Bir başkasının sizinkinden büyük acısı, sizinkini küçültüyor. Günün zaten en sevimsiz anlarından birinde, siz kendi dertlerinize cebelleşir ve bireyselliğinizi de bu rahatsızlık ile duyumsarken, dertlerinizi ve dolayısıyla bireyselliğinizi değersizleştiriyor.

Oysa insanlığın iki milyon yıla yayılan ortak hafızasında sabah, şafak, umudun sembolüdür.

İnsanlığın yığınsal acıları ile yalnızlaşmış bireyin olanakları arasında, kaçma refleksi tetikleyecek derecede çaresizlik hissi yaratan bir uçurum var; ama kimsenin kendi yalnızlığından başka kaçacak yeri yok. Vicdanını, cebindeki bozuklukları kutuya atıp teskin eden de, gemleyip katılaştıran da oraya kaçıyor; biraz daha kendi kabuğuna çekiliyor ve kendisini başkalarının acılarından korumaya çalışıyor.

Bu yüzden herkesin vicdanı her gün şahit olduklarıyla kıymık kıymık, yonga yonga aşınıyor.

Yakından baktığınızda tam anlaşılmıyor. Gelin, biraz uzaktan bakalım.

***

Elimizdeki çelişki birkaç faktörün bir araya gelmesiyle oluşuyor:

Birincisi, insan duygusal ya da psikolojik açıdan yalnızlaşabilir, ama maddi yaşantısını yalnız sürdürmesinin hiçbir yolu yoktur. Her birey, maddi yaşantısını, toplumun ekonomik işleyişinin bir parçası olarak sürdürür ve bu durum bireyin ne kadar varsıl ya da yoksul olduğundan bağımsızdır. Yoksulların çalışıp didinip ceremesini çektiği de varsılların kaymağını yediği de aynı toplumsal düzendir. Ne var ki, bugün içinde yaşadığımız kapitalist toplumun kendisinden önceki toplumlardan önemli bir farkı var: Onun ekonomik işleyişinin en temel, en değişemez özelliklerinden biri egemenler arasındaki ekonomik rekabet. Daha önemlisi, bu rekabet sadece egemenlerin kendi arasında bir mücadele değil; egemen sınıfa mensup her birey ve her kartelleşmiş öbek, kendi egemenliği altındaki insan kitlelerini de bu rekabete alet ediyor. “Hepimiz aynı gemideyiz” yalanına mutlaka “diğer gemiler batmalı ki bizimkisi yüzsün” yalanı eşlik ediyor ve sıradan insanın bireysel varoluşu, egemen düzen ne denli güçlüyse o derecede başka sıradan insanlara karşıtlık üzerinden, antisosyal bir temelde tanımlanıyor. Antisosyalliğin bu şekilde örgütlenmesi, eşyanın tabiatı gereği dayanışmacı, insancıl sosyal örgütlenmeleri dağıtıyor ve zeminini daraltıyor. Bencillik toplumsallaştıkça, birey yalnızlaşıyor.

İkincisi, içinde yaşadığımız emperyalist-kapitalist düzen, kendisinden önceki tüm toplumsal düzenlerden farklı olarak, kelimenin gerçek anlamıyla “küresel”dir. Günümüzden bin yıl önce dünyanın farklı yerlerindeki toplumlar birbirlerinden habersiz ve birbirleriyle ilişkisiz yaşayabiliyordu. Bugün böyle bir olasılık kalmamış durumda. “Küreselleşme” kelimesini bir yalan yapan şey, ona yüklenen eşitleyici, barışçıl, ütopik anlam. Sömürgecilikle başlamış ve emperyalizmle en yüksek aşamasına ulaşmış olan kapitalist küreselleşme, tüm piyasaları ve tüm insanları birbirine bağladıkça, eşitsizliği, çatışmayı ve geleceksizliği de tek ve küresel hale getirdi. Emperyalizm için bir yarın yok; yalnızca varsılların ayrıcalıkları ve yoksulların acılarıyla dolu bugünün sonsuza dek tekrar edilme çabası var.

Üçüncüsü, emperyalist küreselleşme bireyi antisosyalleştirdi ama ekonominin yanı sıra giderek iletişimi de küreselleştirdi. İnsanlar komşusuna pek selam vermiyor ama (anti)sosyal medyada dünyanın öbür ucundan bir insana öfkelenebiliyor, cinsel arzu duyabiliyor ya da hiçbir maddi zarara uğramadan (örneğin dayak yemeden) hakaret edebiliyor. Üstelik burada da zannedildiğinin aksine bir atomize bireyler arası eşitlik yok; sermaye ekonomik yaşantıda nasıl örgütlüyse, iletişimde de örgütlü. Dolayısıyla sıradan, örgütsüz bir insan, hayatın pratik akışı içerisinde sürekli yanında bulundurmaya mecbur bırakıldığı “akıllı” telefonu kanalıyla, birbiriyle rekabet eden egemen güçlerin kesintisiz imge ve argüman bombardımanına maruz kalıyor.

Sonuncusu; insanın psikolojik süreçleri böyle bir kalabalığa ve yoğunluğa uygun değil. Emperyalist küreselleşmenin olgunluk çağı en fazla son yüz elli yılı kapsıyor, iletişimin bugünkü küreselleşmiş hali ise en fazla yirmi yıllık bir olgu. İnsanın bilişsel süreçleri ise iki milyon yıllık evrimin ürünü ve insan son on bin yıl hariç bu sürenin tamamında ortalama 60-70 bireyden oluşan, herkesin birbirini yakından tanıdığı ve hayatta kalmak için dolayımsız biçimde birbirine muhtaç, yani yoldaş olduğu kabilelerde yaşadı.

Yani esasen insanın empati yeteneğinden kaynaklanan ve onun doğanın zorlukları karşısında dayanışarak hayatta kalma becerisine büyük katkıda bulunmuş olan vicdan dediğimiz güçlü duygu ile mevcut toplumsal düzenin gündelik işleyişi arasında büyük bir uyumsuzluk var. Birincisi, bu düzende zorluklar doğadan değil başka insanlardan, yani normalde empati kurulacak hemcinslerimizden kaynaklanıyor; dolayısıyla vicdanlı olduğunuzda zarar görmek kolaylaşıyor. İkincisi, insanlık kabilesi artık o denli kalabalık ki, tümünün çektiği zorluk ve acılar şöyle dursun, yalnızca şahit olduklarımıza hak ettiği vicdani tepkiyi verebilmek dahi tüm insanlığın günahlarını sırtlanan Nasıralı İsa olmayı gerekiyor.

Yani insanların vicdanını sadece düzenin bencillik ve vicdansızlık propagandası değil, aynı zamanda şahit olunan acılar karşısında eyleme geçememe, hissettikleri vicdani infialin kifayetsiz kalması aşındırıyor.

***

Bu gidişatı oluruna bırakamayız. İçinde yaşadığımız düzen, hem olağan ekonomik işleyişinin maddi sonuçlarıyla, hem de bu ekonomik işleyişi meşrulaştırma ihtiyacıyla yürüttüğü kesintisiz ideolojik saldırıyla, tüm olumlu tarihsel anlamlarıyla toplumu ve onu oluşturan ortak duygudaşlığı ve dayanışmayı, insanın başka insanlara asgari bir hakkaniyet ve saygı ile yaklaşma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor.

Çağımızın yalnızlaşmış bireyi, bu çifte kuşatmayla baş edemedikçe, kendi vicdanını kesip atmaya çalışıyor ve insanlıktan çıkıyor. Kimi şerefsizler hevesle önden koşuyor ama mesele bu değil, vicdan duygusu aşındıkça insanlık hep birlikte ahlaken alçalıyor.

Bunu en açık biçimde Gazze’de gördük. Kana susamış İsrail devletinin Ekim’den bu yana yaptıkları, bundan kırk yıl önce yapılamazdı. Çünkü insanlık bugünkü kadar yalnızlaşmış bireylerden oluşmuyordu. Dayanışmacı, paylaşımcı, toplumsal iyiyi gözeten (ve bu bağlamda kapitalizme karşı) ideolojiler çok daha örgütlüydü, bunların somut kurumları ve devletleri vardı. Marksizmin Sovyetler Birliği’yle beraber çöktüğünü iddia edenler kına yakabilir, ama şu kesin: Sovyetler Birliği’nin olduğu dünyada birkaç ayda on binlerce sivil katledilemezdi, emperyalist ülkelerin başkentleri kitlesel gösterilerle yangın yerine dönerdi. Şimdi ise sosyal medyada tüm dünyanın gözü önünde bir katliam yaşandı, çaresiz doktorlar ellerinde çocuk ölüleriyle basın açıklaması yaptı ve hiçbir etkisi olmadı.

Demek ki sorun, acıların görünür olması değil, insanlığın örgütlülüğü. Aksine, yalnız ve güçsüz birey vicdanen baş edemediği acılar karşısında kifayetsiz kaldıkça, insanı insan yapan en temel özelliklerden biri olan vicdan da bir zenginlik olmaktan çıkıp taşınması zor bir yüke dönüşüyor.

İnsan kalmak istiyorsak vicdanımızı korumalıyız ve bunu hiçbirimiz kendi başımıza yapamayız. En akıllı, en becerikli olanımızın dahi yalnız kaldıkça sonunda sesi tükenir, soluğu kesilir. Eğer içinde yaşadığımız toplumsal düzen vicdanımızı yıkıyorsa, vicdanımızı ancak o düzeni yıkmak için örgütlenerek savunabiliriz.