Jüri üyesi gözünden Altın Şövalye: Sinemacılarımız NATO'nun gazabından mı korktu?

Oradan ayrılırken içime bir hüzün çökmüştü. Çünkü Omsk’ta geçirdiğim bu on gün bana ilaç gibi gelmişti. İstanbul’dan yola çıktığımda beynime sıkışmış olan karamsarlık dağılmıştı.

semir aslanyürek

Bundan otuz üç yıl önce ilki Moskova’da yapılan Uluslararası Kino Forum Altın Şövalye Film Festivali’nin bir özelliği de ilk gezici festivallerden biri oluşudur. 21 Mayıs’ta Rusya Federasyonu’nun Sibirya bölgesindeki Omsk kentinde görkemli bir açılışla başlayan otuz üçüncü Uluslararası Altın Şövalye Film festivali yine görkemli bir kapanışla sona erdi.

Gerek açılış gerekse kapanış törenlerinde Omsk Filarmoni Orkestrasının mini konseri müthişti. Ünlü Sovyet ve Rus sanatçılarının anlamlı konuşmaları, özellikle Andrey Tarkovski’nin “İvan’ın Çocukluğu” ve “Andrey Rublyov” filmlerinde sergilediği mükemmel oyunculuğuyla tanıdığımız ve aynı zamanda “Altın Şövalye”  Uluslararası Kino Forum başkanı, Halk Sanatçısı, yönetmen ve oyuncu Nikolay Petroviç Burlayev’in pek anlamlı konuşmaları uzun süre ayakta alkışlandı.

Nikolay Petroviç Burlayev

Nikolay Petroviç Burlayev’i henüz VGİK’te (SSCB Devlet Sinema Enstitüsü) Film Yönetmenliği Fakültesinde öğrenciyken “İvan’ın Çocukluğu” ve “Andrey Rublyov” filmlerinden tanıyordum. Fakat asıl tanışmamız İstanbul’da, 1988 yılında “Lermontov” filmiyle İstanbul Film Festivaline katılmasıyla gerçekleşti. Ben yüksek lisans diplomam olmasına rağmen Keşan’da 18 ay süren askerlik hizmetimi rütbesiz sakıncalı piyade olarak tamamlamış memleketim Antakya’ya dönerken, festival dolayısıyla bir hafta kadar İstanbul’da kalmıştım. Böylece Sovyetlerden gelen ve aralarında Nikolay Burlayev’le Gürcü yönetmen Tengiz Abuladze’nin de bulunduğu sinema heyetiyle karşılaşmış onlara hem çevirmenlik yapmış hem de İstanbul’u gezdirmiştim.

Aradan 35 yıl geçmiş olmasına rağmen Nikolay Petroviç Burlayev beni unutmamış geçen sene Çeçenistan Grozny’de düzenlenen Uluslararası Altın Şövalye Film Festivali jürisine davet etmişti. Bu arada hasbelkader öğrencim olmasıyla gurur duyduğum, arkadaşım şahane yönetmen Kâzım Öz’le ortak yönettiğimiz “Elif Ana” filmini yeni tamamlamıştık. Ben de yeni filmimiz olduğunu söyleyince festivale filmle katıldım. Bu durumda beni uluslararası kısa metraj film yarışması jürisine havale edildim. Ödül alacağına kesin gözüyle baktığım “Elif Ana” sadece jüri özel ödülüne layık görülmüştü... 

Nikolay Petroviç sağ olsun, bu yıl da beni unutmadı ve uluslararası uzun metraj jürisine davet etti. Jüri, festival kitapçığında belirtildiği sıralamayla, jüri başkanı Tarkovski’nin VGİK’ten sınıf arkadaşı Rus yönetmen Andrey Mihalkov Konçalovski, Türkiye’den ben, Sırbistan’dan oyuncu yönetmen ve yapımcı İvana Jigon, Rusya’dan senarist yönetmen Nikolay Lebedev, Bulgaristan’dan yönetmen Margarit Staefanov Nikolov olmak üzere beş kişiden oluşuyordu. Bunun haricinde festivalde oyunculu1 kısa metraj film, belgesel kısa metraj, belgesel uzun metrajlı film, animasyon film, öğrenci filmleri kategorilerinde yarışmalar da mevcuttu. 

Festivale ancak birkaç ülkeden katılım vardı. Rusya-Ukrayna arasında devam eden savaş ve NATO paktına mensup ülkelerin Rusya Federasyonuna ambargo uygulaması dolayısıyla sınırlı sayıda ülkeden filmler katılmıştı. Festivale ev sahipliği yapan Rusya’nın yanısıra Belarus, İran, Sırbistan ve Suriye gibi ülkelerden filmler yarıştı. Benim jürisinde olduğum oyunculu uzun metraj (kurgu) film yarışmasında en iyi film ödülüne iki Rus filmi layık görüldü. Bunlardan biri yönetmen İlya Kazankov’un “Pozyvnoy Passajir” (Çağrı İşaretli Yolcu) diğeriyse yönetmen İgor Voloşin’in “Povelitel Vetra” (Rüzgârın Efendisi) filmleriydi... Rusya’nın görünürde Ukrayna, velakin özünde terör devleti ABD ve NATO paktına karşı verdiği, gayet ölçülü ve bir o kadar da sabırlı savaşın görünürde olmasa da insanların huzurunu bozmuştu. Sokakta, parkta, marketlerde, sağda solda vs. karşılaştığım insanlar ABD ve NATO kökenli bu kirli vekalet savaşından hiç etkilenmemiş gibi normal yaşamlarını sürdürmelerine ve savaştan hiç söz etmemelerine rağmen, dikkatli bakılınca insanların neşesinin önemli ölçüde kaçtığını fark etmek mümkündü...

Aslında festival jürisine davet edildiğim gün bana Türkiye’den festivale katılmak isteyen film yönetmen veya yapımcılarının başvuru yapmalarını da önermişlerdi. Bu haberi Film-Yön ve Sinemacılar Birliği’ne ilettiğim halde kimse ilgilenmemiş kimse başvurmamıştı nedense. Bizim sinemacılar NATO’nun gazabından korkup bir Rus festivaline katılmayı göze almamış olabilirler mi acaba? NATO ülkeleri, Türkiye’den katılanları kendi festivallerine kabul etmeyebilir korkusu aklıma gelmedi değil yani... 

Festival çok eğlenceliydi. Omsk halkının festivale ilgisi büyüktü, sinema salonları tıklım tıklımdı. Örneğin Burlayev’in “Savaş Alanında Tek Başına” adlı belgeseli gösterildiği (yarışma dışı tabi) zaman salon dolmuştu ve dışarıdan o kadar sandalye soktular ki film bittiğinde salondan erken çıkabilmek için sandalyelerin üzerinden atlamaya başlamıştım. Öyle ki yarışma filmlerine olduğu kadar, yarışma dışı filmlere de ilgi büyüktü. Kendimi bildim bileli oyunculu filmlere oranla belgesel filmlere her zaman ve her yerde ilgi daha az olur. Omsk’ta belgesellere de aynı ilginin duyulmasına şaşırdım desem yalan olmaz.

Festivale Sovyet ve Rusya Federasyonu'ndan olduğu gibi diğer ülkelerden çok sayıda davetli sanatçılar vardı. Özellikle Almanya’dan belgeselci Christiane Domke ve eşi Wilhelm tanışıp dost olduğum çok değerli insanlardı. Festivalde veya gezilerde olsun Wilhelm’in kamerası devamlı çekim halindeydi. Ayrıca bir zamanlar Doğu Almanya vatandaşı olan Christiane ile Wilhelm şu ana kadar komünistliklerinden bir milim taviz vermemiş olmaları dikkate değerdi. 

Festival boyunca ağırlandığımız otel Hilton, Sheraton vs. gibi olmasa da çok temiz, insana kendini evinde hissettiren bir oteldi. Hele yemeklerine diyecek yoktu! Her gün kahvaltıda siyah havyarın, somon balığının ve rokfor peynirinin bulunması benim için yeterliydi. Ayrıca festival davetlilerine hemen hemen her gün bir gezi düzenleniyordu. Müzeler, birbirinden ilginç tarihi yerleri gezmek çok keyifliydi. Özellikle dünya edebiyat tarihinin en önemli birkaç isminden biri olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin (bana göre dünya edebiyat tarihinin piri ve benim ustam) müzesini gezmek festival davetlilerini ve özellikle beni çok etkilemişti. Müzeyi gezerken Dostoyevski ve “Ölü Evinden Notlar” öyküsü gözlerimde canlanmıştı. Öyle ki bir ara kendimi onunla sohbet ediyor gibi hissettim. Dostoyevski 1860 – 1862 yılları arasında kaleme aldığı “Ölü Evinden Notlar” öyküsünde 1850 – 1854 yılları arasında Omsk kentinde sürgünde kaldığı yılların izlenimlerini veya anılarını anlatır.

Omsk kentinden biraz bahsetmek gerekirse, Sibirya’nın en büyük üç nehrinden biri Ob Nehri'nin bir kolu olan İrtiş Nehri'nin iki yakasında kurulmuş bir kent. Sakinleri o kadar cana yakın insanlardı ki kendimi doğma büyüme oralı hissettim. (İstanbul’da 35 yıldan beri ikamet etmeme rağmen hâlâ kendimi yabancı hissederim).

Kentin caddeleri, kaldırımları alabildiğine geniş ve bir o kadar temizdiler. Hayatımda bu kadar temiz bir kent görmedim desem yeridir. Ayrıca kentte Sovyetler Birliği'nin en önemli kalıntıları heykeller, büstler, yapılar olduğu gibi korunuyor. Kentte dolaşırken insan kendini bir ormanda hissediyormuş gibi her taraf yemyeşildi. Şehrin yarısından fazlasını yeşil alanlar oluşturuyordu. Keşke bizim kentlerimiz de böyle olsaydı...

Festivalin son günündeyse beni güzel bir sürpriz bekliyordu. Ödül töreni bittikten sonra salonun fuayesinde 25-30 yaşlarında dört genç beni bekliyordu. Salondan çıkar çıkmaz önümde dikilip saygıyla eğilerek “selam Semir yoldaş” diye bir ağızdan bağırdılar. Çok şaşırmıştım. Hayatımda görmediğim hiç tanımadığım bu gençler sırayla elimi gayet samimi bir şekilde sıktı. Beni nereden tanıdıklarını sordum. İnternet dediler. Velhasıl bir yarım saat kadar sohbet ettikten sonra beni yemeğe davet ettiler. Fakat kapanış gününde jüriyle birlikte olmalıydım ve ertesi gün sabah saat 04.00’te havaalanına gitmem gerektiğini söyledim.

Oradan ayrılırken içime bir hüzün çökmüştü. Çünkü Omsk’ta geçirdiğim bu on gün bana ilaç gibi gelmişti. İstanbul’dan yola çıktığımda beynime sıkışmış olan karamsarlık dağılmıştı. Çünkü nereye gitsem, kimin suratına baksam gülümsemeyle karşılaşıyordum. Bu on gün zarfında suratı asık birini görmemiştim ve bu karamsarlığımın toz gibi üfürülüp dağılmasına neden olmuştu sanki.

Bir de sokaklarda dolaşırken herkes benimle selamlaşıyordu. Ben de gülümseyerek “ne güzel insanlar varmış” diye düşündüm. Konuştuğum sıradan genç veya yaşlı insanların neredeyse tamamı acayip bir şekilde sosyalizme özlem duyuyordu. Hele de gençler o zamanı yaşamadıkları için üzülür gibiydiler. Bir ara Sovyetler Birliği’nde tamamı tamamına yaşadığım yedi yıl hızlıca gözümün önünden geçmişti. Gerçekten de “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür. Ve bir orman gibi kardeşçesine”ydi…

  • 1. Nedense belgesel olmayan ve oyuncuların canlandırdığı filmlere “kurgu (fiction) film” deniliyor. Belgesel film de kurgudur hem de kurgunun dik alası. Kurgunun olmadığı hiçbir sanat yok. Yaşamın kendisi bile bir kurgudur, hem de kendini hissettirmeyen bir kurgu. Ruslar ve Almanlar “fiction film” yerine oyunculu film (Rusça İgrovoy film, Almanlar Spiel film) demektedirler ve doğrusu budur. Fakat biz her nedense her türlü kavramı İngilizceden harfiyen çeviriyoruz.