Fransız sermayesinin yılmaz savunucusu Macron ve yandaşlarının sergilediği  tutumun Fransızcası da Türkçesi de aynı anlama geliyor: Fransa’yı aşırı sağcı bir hükümete teslim etme niyetindeler.

Demokrasi tehlikede mi?

Nasıl başlık ama? Son yirmi yıldır yerli ve yabancı birçok yayın organında rastladığımız “Türkiye otoriterleşiyor mu?” klişesini anımsatmıyor mu?

Hafta içinde ABD Başkan adaylarını izledikten sonra ilk aklıma gelen klişelerden biri bu oldu. Dünya zaten diktatörlüklerle doluydu, büyük çoğunluğu NATO ve AB şemsiyesi altında toplaşmış birkaç “yiğit” demokratik ülke canhıraş var kalma mücadelesi veriyordu. Heyhat o ülkelerde de demokrasi tehlikedeydi...

ABD Başkanlık seçimine dönersek, Biden’ın “müthiş” performansı, “demokrasi” yanlılarında dehşetli bir panik yarattı. Demokrat Parti’nin başka bir aday çıkartması için çağrılar çoğaldı. Bu çağrıların bir kısmı yakarışa dönüştü. Eski Başkan Obama sosyal medyadan verdiği mesajlarla bu kitleyi teskin etmeye çalışırken, durumun “vehametini” vurgulayarak kendisinden yeni bir aday belirlenmesi için ricacı olan vatandaşlarımıza bile rastladım.

Bu arada “demokrasi” cephesinin has bahçesi AB yeni yöneticilerini belirledi. Demokratlıktan prangalar eskiten, Soykırımcı İsrail destekçisi,  atanamamış Neonazi generali Von Der Leyen konumunu korudu da “özgür dünya” bir rahat nefes aldı! Rusya’nın parçalanması gerektiğini açıktan savunan Estonyalı Kallas ise Josep Borell’in koltuğunu, yani AB Dış Politika Yüksek Temsilciliğini devraldı.

Gelin görün ki, “demokrasi” cephesinde kaygı verici olarak nitelenen başka gelişmeler yaşanıyor.

Fransa’da parlamento seçimlerinin ilk turu siz bu satırları okurken tamamlanmış olacak. Bu konudaki arkaplan bilgilerini,  görüş ve tahminlerimle birlikte önceki hafta sıralamıştım.

Öyle anlaşılıyor ki, birinci tur Ulusal Meclis’in dağılımına dair net bir fikir vermeyecek. Gerçek tablo 7 Temmuz’daki ikinci tur sonunda ortaya çıkacak. Katılımın 1999 yılından beri en yüksek oran olan yüzde 66-67 seviyesine tırmanabileceği hatta bunu da aşıp yüzde 70’leri bulabileceği de tahminler arasında. Takip etmeye çalıştığım Fransız uzmanlara göre, 577 seçim bölgesinin kayda değer bir bölümünde (200-250) 2. turda en az 3 aday yarışmaya hak kazanacak. Biraz açarsak, bir aşırı sağ, bir merkez sağ, bir de sol aday 2. tur için gerekli oy oranını sağlayacaklar. Zira son anketlere göre, aşırı sağ yüzde 32-35, sol (NFP) yüzde 27-29, Macron yandaşları ise yüzde 20-22 seviyesindeler. İlk iki sırada görünen partilerin adaylarının yarışacağı seçim bölgelerinin bir bölümünde ise Macron’un ve geleneksel sağ parti seçmenlerinin aşırı sağı mı, yoksa sol ittifak NFP’yi mi tercih edecekleri belirleyici olacak.

NFP şimdiden ikinci tur için seçmenlerine aşırı sağın karşısındaki adaylara oy verme çağrısı yaptı. Macron ve yandaşları ise ne biri ne öteki anlamına gelen “ni, ni” sloganını benimsemiş durumda. “Aşırılara oy yok!” diye tutturmuş gidiyorlar. Oysa seçimlerden galip çıkma olasılığı son derece yüksek olan tek bir “aşırı” var o da aşırı sağcı RN (Ulusal Birlik). Üstelik bu öznel bir değerlendirme değil. Fransa Danıştayı’nın yaptığı resmi tanım. Fransız sermayesinin yılmaz savunucusu Macron ve yandaşlarının sergilediği  tutumun Fransızcası da Türkçesi de aynı anlama geliyor: Fransa’yı aşırı sağcı bir hükümete teslim etme niyetindeler. Esasında bunda şaşılacak bir şey de yok. Aynı kaptan beslenen siyasal hareketlerden söz ediyoruz. Aralarındaki fark içerikten ziyade söylemde. Aşırı sağcılar bu konuda daha beceriksizler. “Politik doğruculuk” konusunda eksik kalıyorlar. Ağızlarından çıkanı çoğu zaman kulakları duymuyor. Kendisine “liberal” diyen sağcılar ise aynı politikaları daha cazip ambalajlarda halka sunabiliyorlar. 

Fransa’da yaklaşık dört hafta süren seçim kampanyasının yürütülüş şekli, büyük sermaye egemenliğindeki basın yayın organlarının kamuoyunu tek yanlı yayınlarla etkileme ve burjuvazinin çıkarlarıyla tam uyuşmayan parti veya hareketlerin sesini nasıl boğabildiği, bu hareketleri nasıl başarıyla yaftalayıp (Hamas yanlısı, şiddet taraftarı, Yahudi karşıtı vs) mahkûm edebildiği konusunda, ders alma yeteneği olanlar için öğretici bir örnek teşkil etti. Başka bir deyişle “rende binası” sadece Türkiye’de mevcut bir yapı değil. Sermaye her yerde farklı tasarım ve biçimlerde “rende binaları” inşa etmeyi başarabiliyor.
Fransa’nın “Burjuva demokrasisinin” en parlak örneklerinden biri olarak gösterildiğini anımsatıp ilk bakışta farklı görünse de ziyadesiyle bağlantılı bir konuya geçelim.

Fransız düşünür Jacques Rancière, Philosophie Magazine adlı bir dergiye konuşmuş. Rancière, L. Althusser’in öğrencisi olmuş, şimdilerde “post-marksist” olarak tanımlanan bir düşünür. Yani, maazallah Leninist filan değil. Türkçe’ye de çevrilen çok sayıda kitabı bulunan Rancière’in en tanınmış yapıtı 2005’ta yayınlanan “Demokrasi Nefreti”.

Rancière söyleşisinde özetle, eşitliğin bulunmadığı yerde demokrasinin olamayacağını, dolayısıyla bugün Fransa’da ne demokratik bir krizden de ne gerçek bir demokrasiden bahsedilebileceğini söylüyor. Dergi de doğal olarak bu sözleri başlığa taşımış. Fransızca okuyabilen, YZ veya farklı çeviri uygulamaları kullanarak okumayı arzu edenler için söyleşinin linkini buraya bırakıyorum.

Rancière, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Gerçek bir demokrasi yok çünkü bu yoz sistem temsil özelliğini içermiyor. Temsili bir düzen seçmenin, seçilenleri ve yöneticileri denetleyebildiği bir düzendir. Şu an yaşanan kriz, ülkeyi ticari banka gibi yöneten ve halktan arada bir onay talep eden bir hükümet etme biçiminin krizidir.”

Fransız düşünür, Fransa’nın içine düştüğü durumu ve aşırı sağın yükselişini yorumlarken bunun temel sebeplerinden birinin “sol”un ihaneti, daha açık bir deyişle kitlelerden kopması olduğunu eklemeyi ihmal etmiyor ve baş sorumlu olarak da sosyal demokratları (PS) gösteriyor.

Daha fazla uzatmayacağım. Bunlar aslında Rancière’in yıllardır savunduğu fikirler. Beğenen olur, beğenmeyen olur. Mesele burada değil. Yalnız şu tespitin altını bir kez daha çizmekte yarar var: Bugün Fransa’da demokratik bir kriz yok zira demokrasi yok.

Bu söyleşinin Türkçe bir “haber sitesi”nde yayınlanan özet çevirisini ise şuradan okuyabilirsiniz. Başlığa çok takılmayacak, serde monşerlik olduğu için “editoryal tercih” deyip geçeceğim. Salt o başlığa bakarsanız, Fransa’daki düzenin demokratik olduğunu, Rancière’in de o düzenin “erdemlerini” savunduğu bile varsayabilirsiniz. O haber sitesi, tahmine müsait saiklerle, ne kadar çabalarsa çabalasın Rancière öyle düşünmüyor. Bundan emin olabilirsiniz.

Emin olmamız gereken bir diğer konu ise eşitliğin olmadığı bir yerde demokrasinin varlığından söz edilemeyeceğidir. Bir kişinin değil, bir liranın bir oya eşit olduğu ülkelerde seçimler de, düzen de ne eşitlikçi ne demokratiktir.