“Avrupa yıkılır mı?” dersek bir olasılığı gündeme getirmiş oluruz. Böyle bir olasılığı konuşulabilir, tartışılabilir kılan gelişmeler yaşanıyor Avrupa’da.

Hasbahçe’nin solan gülleri

“Yeni Dünya Düzeni” buyurmuşlardı. Tarih bitmişti. Kapitalizm kazanmıştı. Kavga bitmişti. Savaş olmayacaktı, olsa da pek kasmayacak, kültürler arası ve yerel kalacaktı. Geçen yüzyılın sonlarına doğru Batı’da ve ondan etkilenen bölgelerde egemen düşünce ikliminden söz ediyorum.

Meslek hayatıma öyle bir iklimde başladım. Yeni dönem, yeni olanaklar, yeni “fırsat pencereleri” demekti. Oldum olası bu Anglo-Sakson terimi sevmedim. Pencerenin iki yönlü olduğunu, olması gerektiğini unutturmaya yönelik bir gözbağcılık denemesi gibi geliyordu bana. Sana fırsat penceresi olarak görünen boşluğun seni de karşındaki ya da karşındakiler için bir fırsat penceresi haline getirdiğini gizlemeyi amaçlıyordu. Artık kapıları bırakıp pencerelerden sızma özgürlüğü vardı ama merdiveni ya da boyu uzun olanlar daha çok pencereye erişebiliyorlardı. Başka bir deyişle özgürlük vardı ama eşitlik yoktu. Eşitlik olmayınca sözü edilen özgürlük mevcut eşitsizlikleri daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramıyordu.

Aradan geçen yaklaşık 35 yılda, görece daha iyiye giden bölgeler, ülkeler oldu ama genel olarak dünya pek de vaat edildiği gibi bir yer haline gelmedi. Her anlamda gerilemenin yaşandığı bölgelerin başında ise Avrupa geliyor. Avrupa’da yaşayan halkların hakları da olanakları da daraldı. Toplumsal örgütlülük, sendikalaşma oranı geriledi. Medya tekelleri daha da güçlendi. Kolluk şiddeti arttı ve yargı erki giderek sağcılaşan siyasi erkle daha fazla çatışır hale geldi. Buraya kadar siyasi analiz veya iddia yok. Bunlar somut tespitler.

Dünyaya coğrafi anlamda da hâkim olan sermaye sınıfının kendi içindeki kâr kavgası gezegeni eskisinden daha da tekinsiz hale getirdi.  Ukrayna-Rusya savaşının nükleer aşamaya geçmesi mümkün olduğu gibi, İsrail’in soykırımcı saldırganlığına İran’ın da nükleer karşılık üretmesi imkân dahilinde. Nükleer silahları ateşleyecek düğmelerin parmaklara yakın durduğu bir başka bölge ise Kore yarımadası. İki kutuplu dönemin “dehşet dengesi”nden geldiğimiz nokta “dengesizliğin dehşeti”. Hafta içinde N. Evrim Önal Avrupa’ya dair “Avrupa yıkılmalıdır” başlıklı bir yazı yazdı. Kaçırdıysanız şuradan okuyabilirsiniz

Avrupa neresi? Coğrafi bakımdan bile tartışmalı bir bölgeden söz ediyoruz. Kıta diyemiyorum çünkü “kıta”nın coğrafi tanımına uymuyor. Sınırları belirsiz. “Avrupa kıtası” siyasi bir iddiadan ibaret. Evrim’in yazısından anladığım sermaye düzeninin, dünyaya sömürgeci gözlüklerle bakmakta ısrarlı bir bakış açısının yıkılması.

“Avrupa yıkılmalıdır” söylemi tarihsel bir zorunluluk olabileceği gibi, bir talimat, bir arzu ya da bir öngörüyü ifade edebilir. “Avrupa yıkılır mı?” dersek bir olasılığı gündeme getirmiş oluruz. Böyle bir olasılığı konuşulabilir, tartışılabilir kılan gelişmeler  yaşanıyor Avrupa’da.

Hep karışıyor ama Avrupa ile Avrupa Birliği aynı çerçeveye oturmuyor. Yine de Avrupa Birliği bu bölgenin belli başlı ülkelerini temsil ettiği için Avrupa adına konuşma hakkını buluyor kendinde. Avrupa Birliği’nin bir Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi var. Makamın tam adı biraz daha afili: Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği. Katalan/İspanyol siyasetçi Josep Borrell 2019’dan beri bu görevi sürdürüyor. Avrupa Birliği Komisyonu’nu bir tür Avrupa hükümeti gibi düşünürsek, Dışişleri Bakanı.

Borrell bundan yaklaşık iki yıl kadar önce yaptığı bir konuşmada Avrupa’yı bir bahçeye dünyanın geri kalanını ise vahşi bir ormana benzetmişti. Gelen tepkiler üzerine örtülü bir şekilde özür diledi, ifadesini yumuşatmaya çalıştı ama Basra harap olmuştu bir kere...

Sosyal Demokrat bir siyasetçi olan Borrell’in bu tanımlaması bir gerçeği ifade etmekten çok, Avrupalıların dünyaya bakış açısını açık biçimde özetlediği için önemsendi. Avrupa bir bahçeydi ve çevresindeki vahşetten korunması gerekiyordu. Bu vahşetin oluşum sebeplerinin başında Avrupa bahçesini yeşerten eski ve yeni sömürgeciliğin geldiği gerçeği ise bugünün Avrupalı yöneticileri açısından tarihsel bir ayrıntıydı. Keza Yemen’de, Sudan’da, Filistin’de, Kongo’da yaşanan vahşetin silahlarını üretip satan da Avrupa ülkeleriydi ama bu da önemli değildi. Bahçeyi ekip biçenlerin önemli bir bölümü de vahşetin hüküm sürdürüldüğü yerlerden kopmaya mecbur bırakılan “esmer” işgücüydü ama bu da sayılmıyordu.

Avrupa ülkeleri dünyaya vahşetin hammaddesini ihraç ediyor, karşılığında elde ettikleriyle bahçesini gübreliyor, duvarlarını yükseltiyor, sonra da o duvarın üzerine çıkıp “vahşi dünya”ya son sistem megafonlarla medeniyet vaazları veriyordu.
Borrell’in kurduğu denklem basitti. Barbarların duvarı aşıp bahçeyi işgal etme riski bulunuyordu ve buna karşı tedbir şarttı. 
Gelin görün ki, dünyada ve Avrupa’da yaşanan gelişmeler “Bahçe” için asıl tehlikenin yine bahçenin içinden geldiğini gösterdi. Avrupalı bakımından “vahşi orman”a ait olduğu düşünülen siyasi saldırılar artmaya başladı. Hem de öyle sadece “sakallı uğursuzlar” filan değil, çoğunluğu “karbeyaz” Avrupalı saldırganlar tarafından gerçekleştirilen eylemler. Üzerinden zaman geçtiği için hesaba katmayanlar olabilir ama anımsatmak gerekir. İngiltere İşçi Partisi’ne mensup bir milletvekili, Jo Cox, 2016’da bir seçim çalışması sırasında öldürüldü. Katili ırkçı, beyaz üstünlükçü (white supremacist) bir İngilizdi. Muhafazakar partili bir milletvekili, David Amess 2021’de bu kez Britanya vatandaşı bir İslamcı terörist tarafından katledildi. 
Slovakya Başbakanı Robert Fico 15 Mayıs’ta silahlı bir saldırıya uğradı. Slovak saldırgan, Fico’nun Rusya’ya yakın bir siyaset izlemesine saldırısına gerekçe gösterdi. AP üyesi Alman Sosyal Demokrat Mathias Ecke, aynı günlerde Dresden’de aşırı sağcı bir grubun saldırısı sonucu yaralandı.

Avrupa Parlamentosu seçimleri siz bu yazıyı okurken sona ermiş olacak. AB’ye üye 28 ülkeden seçilecek temsilcilerden oluşacak parlamentoda sağ ve aşırı sağ partiler muhtemelen geniş bir çoğunluk sağlayacaklar. 

Doğu’yu bir kenara bırakıp sadece Batı Avrupa’ya bakarsak aşırı sağ İtalya’da hükümet, Hollanda’da koalisyonun büyük ortağı, Fransa’da müstakbel iktidar, Almanya’da kamuoyu yoklamalarında CDU’nun ardından ikinci sırada... Bir başka deyişle, barbarlar duvarın dışında değil, bahçenin içinde tepinmekteler. Bu gidişle Avrupa gerçekten yıkılacak ama yıkım içten ve faşizm eliyle gerçekleşecek. 

Avrupa yıkılırsa yıkılsın diyebiliriz. Yine de Avrupa’nın yıkılmasının insanlığın ortak mücadelesiyle yaratılan değerlerin sonu anlamına gelmemesi, İran’da, Türkmenistan’da veya Afganistan’da hüküm süren haydutluğun galebe çalmasına yol açmaması gerekiyor. Avrupa salt sömürünün, sömürgeciliğin ve ırkçılığın değil, eşitlik düşüncesinin ve onun peşi sıra gelmesi gereken özgürlüğün, Marx, Engels ve Robespierre’in de anavatanı. Avrupa’nın viran bahçesinden taşacak faşist azgınlığa karşı dururken, insanlık mirası saydığımız o değerleri taşıyacak ve gezegene hâkim kılacak bir sınıfa, bir harekete ve halklara her zaman ihtiyaç olacak.

***

Bu hafta acı bir kayıp yaşadık. Sevgili Kadir Sev Hoca’yı bence zamansız yitirdik. Kendisiyle çok kısa süre çalışabilmiş olmaktan üzüntü duyuyorum. Yurtsever, çalışkan ve inançlı bir komünist eksildi aramızdan. Ailesine ve yoldaşlarıma başsağlığı diliyorum.