"Yavaş yaşam, ağırlıkların atıldığı sadeleşmiş yaşam içinde tatsız tuzsuz olmayabilir mi hakikaten bu seçenek dedirten bir yanı var filmin."

Güzel Günler ya da Hissetmek

Kısa bir mola verdim.  Fiilen değil, aslında zihinsel olarak. İyi geldi, iyi hissettirdi. “Derin düşünme”yi elden bırakmadan, her şeyi yani gündelik yaşam rutininden, entelektüel meraklara, sosyalleşme zorlamasına kadar birbiri ardına ip gibi dizmeden, biraz yavaşlayarak, biraz genişleyerek, genişliğin verdiği zaman-mekân uzamında, hep salık verildiği gibi anda kalarak… “Gerçek üretken enerji”mi bulmak istiyorum. Gücümü ve enerjimi korumak için, dingin hissetmek için, hedeflerime odaklanmak için hayatıma tepeden, bütünlüklü, sevinci elden bırakmadan bakmak gerektiğini söylüyor sezgilerim ve iç sesim. Yumuşak bir irade istiyorum, tatlış ve doğrultuyu sürekli hatırlatacak… 

Jules Payot, “İrade Eğitimi”nde “Çünkü irade enerjisi çok sayıda ve çeşitli çabalardan çok, zihnin tüm gücüyle aynı hedefe yönelmesinde ifadesini bulur.” diyor. Ne güzel, diyorum ben de, tam düşündüğüm gibi. Dünyanın bütün sanatlarıyla ilgilenemezsin, bütün kitaplarını okuyamazsın, herkesin yardımına koşamazsın; içinde taşıdığın gizil güç seni coşturabilir, sürekli dürtebilir ama onu durdurmasını, onu zapt etmesini, enerjini ve yapma isteğini sakince ve acele etmeden odaklanmayı yeğlediğin şeylere yöneltmesini bilmelisin. 

Güzel değil mi?

Böyle böyle kendimle konuşurken bizimkilerin (babacığım, anneciğim) kitaplığını, bir şeylere karar vermiş ve rahatlamış insanların huzuruyla kolaçan ederken Cumhuriyet Gazetesi’nin “Aydınlanma Kitaplığı” adıyla 1999 yılında gazete ile verdiği Dünya Klasikleri serisine ilişti gözüm. Bakar bakar doyamam. Yine öyle bakarken neşeli genişliğimin verdiği hazla Balzac’ın “Tours Papazı”nı gördüm. Balzac okumalı, evet, hadi dedim. Hasan Âli Yücel’in 1941’de Millî Eğitim Bakanı iken yolu açmasıyla 1949 yılında Mebrure Alevok çevirmiş. İçtenlikli bir önsöz içinde güç Balzac çevirisi ile neler yaşadığını anlatmış,  bir de kısa bir Balzac sunuşu eklemiş 1799’da Tours kentinde doğan 1850’de Paris’te ölen Balzac hakkında:

Yazar iri yapılı, ateşli, coşkun yaratılışlı bir insandı. İçindeki duygu çağlayanını söyleşiler, mektuplaşmalar, ziyaretler, serüvenler, eğlencelerle taşırmak, harcamak gereksinmesinde bir varlıktı. Parayı severdi ama paranın sıcak yüzünü, deste deste istiflenmesini sevmek değildi bu; güzel yaşamayı, çalımlı, gösterişli bir ömür sürmeyi sevdiği için bol kazançlar ister dururdu. Alacaklıların elinden kurtulamadığı, işleri batırdığı dönemlerde gücünü aşan tasarılar kurardı. Milyonlar gelmeyince bir zaman bezen Balzac, hemen yine başını doğrultur “Bir savaş alanındaki komutan gibiyim ben; bu çarpışmayı yitirdik, iş ötekini kazanmakta!” derdi. Yapıtlarını yetiştiredururken, altı hafta, kimi zaman iki ay panjurlarını, perdelerini kapatır; dört mumun ışığında, sırtında papaz cüppesine benzeyen beyaz bir entari, hiç ara vermeksizin on sekiz saat çalışırdı.

Odaklanan, deli bir enerjiyle yazan Balzac… İnsan neye odaklandıysa, neyi düşünüyorsa seçici davranıyor, her yerde kendini olumlayıp tamamlayacak durumlar, olaylar ve olguları bulup çıkarıyor. Tours Papazı’nı bir çırpıda okudum. Üstelik nasıl bir keyifle, nasıl bir hazla nasıl bir neşeyle… Kendisi de Tours’da doğan Balzac’ın Fransa taşrasını, taşra insanlarını ve bir bakıma insanı tüm boyutlarıyla haritalandırmasını, yazdıklarındaki ayrıntı zenginliğini, çözümleme dehasını hayranlıkla izledim. Başka türden insanlar diyorum bunlara ben. Muazzam bir gözlem, çözümleme, analiz. Evrenselliğe giden yolda insanın her türden durumunu psikolojiden sosyolojiye, siyasetten dine değin bir çırpıda anlatıverme becerisi, başka bir hamura işaret ediyor. Uzatmayayım, kendisi şöyle diyor romanın içinden seslenerek:

“Bu öykü, her dönem ve zamana uyan türdendir. Şu önümüzdeki kahramanların, içinde bocaladıkları dar çemberi azıcık genişletmek, toplumun en yüksek çevrelerinde olagelen olayların örnek nedenlerini bulmaya yeter.”

Zavallı budala Rahip Birotteau’nun minicik tamahkârlığı ve donuk iyiliği karşısına azametle dikilen “Yıkılmaktansa yık!” mottolu kilise efradı ve onları pek iyi yönlendiren Matmazel Gamard’ın Pandora’nın kutusunun açılmasıyla ortaya saçılan kötülükleri okumaya değer. 

“Erdem ve namus simgesi Matmazel Gamard’ın çatısı altında geçen birinci yılın sonunda Rahip Birotteau, haftanın tüm akşamları evin dışında Tours kentinin soylular tabakası hanımlarının evinde geçirmeye başlayınca kıyamet kopar. “Bundan dolayı da, Rahip Birotteau’nun ev sahibesine değersizliğini duyumsatan bu “evden kaçma” suçu, kadına pek ağır, pek kötü geldi: “Seçim yapma”nın her türlüsünde, geri çevrilen nesne için bir “aşağı görme” de vardır.” 

İşte bu “aşağı görme” hissine katlanamayan Matmazel Gamard diğer sevgili hesapçı, Fouche kılıklı kiracısı rahip Troubert ile müttefik olur ve hunharca saldırır düşmanı bellediği köşesiz, tasasız Rahip Birotteau’ya.

“Heyecandan yana böylesine bereketli, verimli olan öç gibi bir duyguya dayanarak yaşamının tadan kız kurusu; bir yırtıcı kuşun, bir tarla faresinin üstende onu paralayıp yemeden önce kanatlarını kımıldatmaksızın havada duruşuna, yüksekten duyumsattığı ağırlığıyla onu çökertip benzer keyif verici oyunu, papaz yardımcısına uyguluyordu.”

Nihayetinde birileri “çiğnenti”ye döner. Ama kim olduğunu söylemem romanı okuyacaklar için. 

Ah ki ah, vah ki vah! 

Tours Papazı’nda da yazının başında değindiğim yavaş yaşama dair izler buldum hâliyle. Günlük yaşamın içinde minik dokunuşlarla içimize işleyen, koyu düşünmeye yol açan, sakinliğe ve dinginliğe selam çakan ve aslında an’a dair gizli sözler fısıldıyordu Balzac.

Dervişin fikri neyse zikri o mudur acep?
Belki… 

İşte epeydir izleyeyim dediğim Wim Wenders’ın “Mükemmel Günler” adlı filmi de bu minvalde sıraya girdi. Kendini izletti sonunda. Teslim oldum. Tokyo’ya doğru yola çıktım.

Japonca “Komerabi” kelimesi rüzgârla salınan yaprakların arasından süzülen gölge ve güneş ışığının yarattığı ışık huzmeleri” anlamına geliyormuş. Filmin başkarakteri Hirayama, her gün öğle yemeği arasında parkta bir bankın üstünde oturup yemeğini yedikten sonra bu ışık huzmelerinin fotoğrafını çekiyor. Pek konuşmayan, işi Tokyo’daki genel tuvaletleri temizlemek olan, bol okuyan, bol Lou Reed, Patti Smith, The Animals, Nina Simone dinleyen, sessiz, sakin, huzurlu, her güne gülümseyen biri Hirayama. Acıma değil, imrenme uyandırıyor insanda. 

Yavaş yaşam, ağırlıkların atıldığı sadeleşmiş yaşam içinde tatsız tuzsuz olmayabilir mi hakikaten bu seçenek dedirten bir yanı var filmin. Durmayı, yavaşlamayı, nirvanaya erişmeyi arzuladığım bu zamanlarda farklı angajmanlara (*) girmeden Hirayama’dan doldurdum ceplerime sakince…

“Her şey geçer; sadece o anda, bir kereliğine var oluruz.” değil mi?

*Film üzerine iyi yazılar var. Farklı bağlamlarda analiz edilmiş;  kapitalizme, işçi sınıfına, Tokyo’nun tuvalet projesine, Marksist bakışa değinen, buradan temellenen yazılar bunlar, teşekkürler kaleme alanlara. 

https://www.evrensel.net/yazi/94871/hirayama-pansumani-saito-hijyen-ve-huzur
https://artigercek.com/makale/mukemmel-gunler-302452
https://birikimdergisi.com/haftalik/11744/mukemmel-gunler-hayat-bu-kadar-iste
https://www.gazeteduvar.com.tr/bay-hirayamanin-mukemmel-hayati-makale-1664923