"Kitlelerin siyasetten dışlandığı, etkisizleştirildiği her durumda Ortaçağ karanlığının kapıları da aralanmış oluyor. "

Yol Ayrımı: Tasfiye ya da Atılım

Partilerin siyasal arenada temel aktör olmaktan uzaklaştığı, başka öznelerin ön plana çıktığı bir dönemi yaşıyoruz uzunca süredir. Temsil ettiklerini iddia ettikleri kitleler adına, programları ile kamuoyuna seslenen, buna göre politika üreten partiler geriye çekiliyor. Aslına bakarsanız, bu yalnızca siyasetin aktörleri ile ilgili biçimsel bir tartışma da değil. Siyasetin özü değiştikçe bu biçime de yansıyor. Biçimin ise yalnızca aktörleri değil yöntemleri de içine aldığını unutmamak gerekiyor.

Biz çok net şekilde bütün bu dönüşümün kapitalizmin karşı devrimci karakterine uygun olarak geriye doğru ve halkın zararına gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bunun kabul edilebilir bir tarafı yok ama öte yandan bugün bu dönüşümü kavramadan Türkiye siyasetine bakıldığında anlamlı sonuçlar çıkarabilmenin imkanı da kalmamış durumda.

Siyasi partilerin büyük çoğunluğunun önemsizleşmesine, biçimsel olarak da farklı hüviyetlere bürünmesine bütün dünyada tanık olmaya başladık. Alıştığımız anlamda partiler esasen bu çağın ürünleri, modern dönemde ortaya çıkmış araçlar. Modern öncesi dönemde ise siyasette başka aktörler, araçlar ve yöntemler geçerliydi. Bu iki dönem arasındaki en büyük farkı kuşkusuz kitlelerin politik konumu oluşturuyor. Biliyoruz ki modern öncesi dönemde kitleler siyasetin tamamen dışında. Bu alan yalnızca doğuştan hakkı olanların yani kralların, padişahların, lordların, baronların çıkarlarını kovaladığı, buna göre şekillenen bir alan. Bu mücadelede belirleyici olansa kapalı kapılar ardında dönen pazarlıklar, saray odalarında planlanan entrikalar, suikastler, feodal evlilikler, kumpaslar, bazen katliamlar, bazen ziyafetler, rüşvetler oluyordu… 

Aslında ne kadar tanıdık değil mi?
Kitlelerin siyasetten dışlandığı, etkisizleştirildiği her durumda Ortaçağ karanlığının kapıları da aralanmış oluyor. 

Hesap sorulabilir kurumlar yerlerini sebepsizce güven duyulan star siyasetçilere, programlar yerlerini ‘vaatler’e bırakıyor. Toplumca arkasında durulacak, seferberlik halinde uygulanacak planlar değil, siyasetçinin lütfettiği halkın minnet duyduğu tek taraflı bir yönetim anlayışı hakim kılınmak isteniyor. Oysa kitlelerin siyasetin de dünyanın da tarihin de öznesi haline gelmesi endüstriyel toplumun görülmedik bir üretim gücüne erişmesi ile mümkün olmuştu. Üretilen artı değerin sanayi öncesi dönemle kıyaslanamayacak ölçüde büyümesi ve bu değerin üretilmesinde kitlelerin yadsınamaz rolü siyasete modern biçimini kazandırmıştı.

Canının kıymeti, fikirlerinin önemi olmayan, bugün bildiğimiz haklarından yoksun insan, kitleler halinde bilinen dünyayı yaratarak bugünkü kimliğini kazandı, gücüne erişti. Söylemeden geçmeyelim, vatandaşlık maaşından tutun üretimde yapay zekanın rolüne kadar bir dizi meselede yürüyen tartışmaları bu güce saldırı boyutuyla ele almak, bu bağlamda uyanık olmak zorundayız.

Bu sürecin en net gözlemlenebildiği ülkelerden biri olan Türkiye'de bugün pek çok parti aslında yok. Bütün partilerin içine dağılmış başka çıkar grupları var ve aralarındaki çatışmayı gizleme ihtiyacı bile duymuyorlar. Pek çok şeyi bu çatışma belirliyor. Tarikatlar, suç örgütleri bir taraftan; çeşitli başka ülkelerin çıkarlarını önceleyen gruplar bir taraftan etkili oluyor. Türkiye'nin izleyeceği muhtemel politikalara ilişkin farklı eğilimler bütün partilerin, medya organlarının, bürokrasinin içine dağılmış kesişim kümeleri oluşturuyor. CHP'nin seçim başarısında kimi AKP’li unsurlar pek çok CHP'liden daha büyük bir etki sahibi iken; aynı şekilde güncel ekonomi politikalarına CHP’nin pek çok AKP’li unsurdan daha büyük destek verdiği de görülüyor. Bütün bunlar öz itibariyle yukarıda ifade edilen çağ dışı yöntemlerin uyarlamaları. Kapalı kapılar ardında dönen pazarlıklar, saray odalarında planlanan entrikalar, suikastler, feodal evlilikler, kumpaslar, bazen katliamlar, bazen ziyafetler, rüşvetler… 

Vitrindeki partiler Türkiye'nin temel meselelerine ilişkin ne söylüyor, neyi savunuyor? Bu soruyu defalarca sorduk. Bir cevabı yok. Her birinin içinde her tür eğilim var. Bu eğilimler arasındaki çatışmanın sınırlarını belirleyen ve hepsinin ortaklaştığı ise tek şey var: Sermaye diktatörlüğü.

Türkiye riske atılamayacak kadar büyük bir pazara sahip orta gelişmişlikte bir kapitalist ülke. Bugün bu ülkede sermaye çıkarları için bütün bu eğilimleri kontrol altında tutacak, uyumsuzlukları idare edebilecek bir siyasal otorite hala mevcut. Belli açılardan güvence anlamına gelecek güçlü bir alternatif iktidar projeksiyonu oluşturmaksızın kendi içlerindeki çatışmaya hesapsızca kapılacak derecede makineyi dağıtmadıkları ortada. Her şeyin egemenlerin hesap ettiği gibi tıkır tıkır işleyeceği anlamı çıkmasın ama hesapsız hareket edeceklerini düşündürecek bir iyimserliğe de bizim kapılmamamız gerekiyor. 

Bu koşullar altında yukarıda sözünü ettiğimiz çatışmanın sınırlarına hapsolmanın aynı zamanda kitlelerin dışarıda tutulduğu çağ dışı siyasete teslim olmak anlamına da geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun işçilerin izleyici konumunu pekiştirmekten, çıkar gruplarının, pazarlıkların, entrikaların belirlenimindeki siyasetin tarafı olmaktan başka sonucu olamaz. Ayrıca bir parti için yalnızca siyasal ve örgütsel değil tarihsel manada tasfiyeyi de kabullenmek anlamına gelir. Ancak ufku soyut bir özgürlük ya da burjuva referanslı demokrasi talebinin ötesine geçmeyen, uzunca bir süre muhalefetini Erdoğan figürüne daraltmış ve düzen karşıtı karakterini yitirmeye yüz tutmuş siyasetlerin ne yazık ki bu alternatif iktidar projeksiyonu tarafından belirlenmeye başladığı görülüyor. Yani kitleler izlerse izlesin biz izlemeyelim İmam, Özel, Alman, Amerikan demeden köşe kapmacaya atlayalım…

‘Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele’ diyor ya büyük şair. Başka bir seçenek yok zaten. 

Ama bugün görevimiz asli çatışma başlığını düzenin temellerini sorgulatacak şekilde Türkiye’nin gündemine taşıyabilmekse, bu görevi yerine getirmek için yalnızca teslim olmamak elbette yetmiyor. Komünistlerin siyaseten iddialı olmaları gereken ve bu iddianın Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin geleceği için çok özel bir anlama denk düştüğü kritik bir dönemdeyiz. Öyle ki bu dönemin hakkını vermek de ancak sosyalist Türkiye hedefine olan derin bir inançla mümkün olabilir. 
Bu yolda yürüyenlerin yolu açık olsun!