"Faşizm mi? Artık onu anlamadan kapitalist üretim tarzını, kapitalist toplumsal sistemi anlamak mümkün değildir. Faşizm zamane kapitalizmi için olanaklı tek üst yapı olacaktır."

Faşizm nereden gelir? 

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları bir infial yarattı. Bu infial liberallerin, liberal solcuların hezeyanlarını aştı, Fransa ve Belçika örneklerinde olduğu gibi siyasal arenaya sirayet etti. Aşırı sağın ve faşistlerin seçim başarıları Quo Vadimus? (Nereye gidiyoruz?) sorusunu sordurdu bir kere daha. Aşır sağdan ise sağ evladır düşüncesi ortalarda cirit atamaya başladı yeniden. Le Pen’e karşı Macron, AFD’ye kaşı Scholz; kozlu kağıt oyunu gibi oldu Avrupa siyaseti. Zaten yıllardır liberal ve muhafazakâr tayfanın gözde ve güzide kalemleri bağırıp duruyorlardı “Faşizm geliyor” diye. 

Faşizm geliyor mu gerçekten? Yoksa kapitalist alemin üzerinde halihazırda dolaşıp durmakta mıydı yıllardır? Sahi nedir Faşizm? Hala çözemediğimiz, üzerinde anlaşamadığımız bir sorun. Faşizmin aleni bir hale gelerek insanlığın suretini ve benliğini kararttığı dönemlerde bile çözemedik; üstelik o vakitlerde bu sorunu çözememenin maliyeti basit bir entelektüel ve siyasal acizlik değildi sadece. Maliyeti büyüktü, kaldırılamayacak derecede büyüktü. Bedelini milyonlar hayatlarıyla ödediler. Ondan daha fazlası ise içinden çıkamadığı bir melankoliye ve karamsarlığa gark oldu, Avrupa karamsar bir kıta haline geliverdi. Sinemasından kültürüne, gündelik yaşamından kamusal alanına kadar her yere sızdı bu melun karamsarlık ve kendi bedeninden, varlığından tiksinme duygusu. Şimdi ektiklerini biçiyorlar. Faşizm mi? Artık onu anlamadan kapitalist üretim tarzını, kapitalist toplumsal sistemi anlamak mümkün değildir. Faşizm zamane kapitalizmi için olanaklı tek üst yapı olacaktır. Neden mi? Başlayalım. 

Bunu iddia ederken sevgili Yalçın Hocam’dayım.  O galiba Türkiye Üzerine Tezler 3’te ortaya atmıştı bu tezi. 1970ler Türkiye için bir iç savaş dönemiydi. O dönemin devrimcileri ve sosyalistleri için en acil sorun sokaklarda sökün eden faşizmi durdurmaktı. Faşizmin sokaklardan geldiğine inanılıyordu. Sokaklardan gelen faşizmi engellemenin yolunun ise burjuvazinin yarım bıraktığı demokratik devrimi tamamlamaktan geçtiğine inanılıyordu. Siyaset ve kuram ilişkisi gariptir, siyaset çoğunlukla anlık olarak kuramdan bağımsız bir eylemmiş gibi görünse de kuramsal tespitin yerindeliği kaderi tayin eder son kertede. Yanlış tespit vahim sonucu getirdi; faşistler sokaktaydı ama faşizm bilfiil kapitalist devletin içinden geldi. İlk ders budur; faşistler sokaktan gelirler ama faşizm içerden huruç eder. 

Yalçın Hoca 1970lerdeki bu siyasal stratejiyi eleştirirken kapitalist devleti bir vektörler toplamı olarak betimlemişti. Bu vektörler aslında uygulanan basıncın yönünü göstermekteydi. Eğer bu yönler çok dağınık bir örüntü sergiliyor ise burjuva demokrasisine işaret ediyorlardı. Diğer taraftan, eğer vektörler aynı yöne işaret ediyorlarsa, basıncın yoğunlaştığını gösteriyordu bu durum; sonuç faşizmdi. Kısacası, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında çok da büyük bir mesafe yoktu. Elbette ki mesafe kısaydı; ama toplumsal ve siyasal olarak çok ama çok önemliydi. Hoca 1970lerin devrimcilerinin bu mesafeyi çok abarttıkları için geleni göremediklerini anlatmıştı; bir yere kadar haklı çıktı. Beklenmeden gelen 12 Eylül faşizmi toplumun üstünden silindir gibi geçti. 

Ancak Hoca’nın kurgusu ve anlatısı bir yerde eksikti. Görünüşte çok mekanik gibi görünen ancak tarihin testinden başarıyla çıkan bu basit kurgu bu vektörlerin neden bazen dağınık bir satha işaret ettiklerini, ve neden bazı durumlarda aynı yöne işaret ederek büyük bir baskıyı temsil ettikleri konusunda doğru ama eksik bir açıklama getiriyordu. Türkiye örneği üzerinden hareket edersek; 1970ler açık veya gizli bir sınıf savaşımı dönemiydi. Hem işçi sınıfı hem de onun adına veya onun yanında politika yapanlar güçlüydü. Böylece kapitalist devlet vektörleri aynı yönü gösterecek şekilde ayarladı; 12 Eylül geldi. 

Bu türden bir tarihsel durum daha önce, iki savaş arası dönemde Avrupa sathında da yaşandı. İki savaş arası dönem açık bir kıtasal iç savaş dönemiydi. Hem sınıf savaşımı derindi hem de siyasal kavga şiddetliydi. Alman Nazizmi, İtalyan Faşizmi, Franko, Salazar, Horthy, Antonescu ve diğerleri vektörel sıkılaşmanın öne çıkardığı, ve aslında çapsız, şekilsiz, eğreti figürlerdi. Almanya’da Nazilere iktidar teslim edildiğinde bu engellenebilir bir durumdu (oyların topu topu üçte birini almıştı NSDAP). İtalya’da, siyasi ve tarihsel bağlamından soyutlasanız aslında komik bir çizgi roman karakteri tadındaki Mussolini ve partisine iktidarı verdiklerinde, Faşist Parti majör bir parti bile değildi. Doğru Avrupa’nın askeri diktatöryel faşizmleri aslında ordunun ve devletin eliyle kuruldular. Kısacası faşizm içerden geldi, kendi hallerine bırakılsalar ciddiye bile alınmayacak faşistler ise sokaktan getirildiler. Konumuz açısından önemi şudur; vektörleri aynı yönü gösterecek şekilde örgütleyen devlet bu tepkiyi yükselen bir sınıf savaşımı ortamında verdi. Kısacası faşizm servet ve mülk sahiplerinin bedenleşmiş korkusunun vücut bulmuş hali olarak kapitalist devlet tarafından kuruldu. Buradaki anahtar terim veya kavram ise yüksek oktanlı sınıf savaşı idi. Hoca’nın cevabı burada bitti. 

Şimdi biz yeni bir soru soralım. Peki ama sınıf savaşımı gerilerken, burjuvazi ekonomik/siyasal/ideolojik hegemonyasını tam olarak kabul ettirdiğinde de faşizm hortlar mı? Aslında Hoca’nın eksik cevabı buna yönelik bir imaya sahiptir; faşizm, türüne, fraksiyonuna bakmaksızın, sermaye ve mülk sahiplerinin açık diktatörlüğüdür. Bu son uyarıyı Marksizmin içinde III. Enternasyonal’den bu yana hiç bitmeyen bir tartışmaya cevaben yaptık. Malum III. Enternasyonal’deki hakim görüşe göre Faşizm burjuvazinin tekelci türünün, emperyalist eğilimleri yüksek türünün ideolojisiydi ve iktidara gelmek için de bu güdük ve akıl dışı ideolojiden beslenen küçük burjuvaziyi kullanmıştı. Bu son tanımlama tarihin gördüğü en başarısız ve en yanlış tanımlamalardan biridir. Tarihte yanlışlıkları ve hedefi tutturamamaları ile ünlü çok tespit vardır; bunu ayrıksı kılan kendisinden yenilgiye zemin hazırlayan bir siyasal stratejinin türemiş olmasıdır. Tekrar edelim; faşizm bir devlet formasyonu olarak sermaye ve mülk sahiplerinin kurumsal ve açık diktatörlüğüdür. Bu formasyonun çok parti ile mi tek parti ile mi gerçekleştirildiğinin çok da bir önemi yoktur. 

Buradan şu tarihsel belirlemeye geçelim; burjuva demokrasisini burjuvazi kurmamıştır. Burjuva aydınlanmasının şafağında demokrasinin fikir babaları olarak ortaya dökülenlerin samimi düşüncelerine bakın isterseniz. Locke’dan, Hume’a, ve hatta Rousseau’ya, ve hatta diğerlerine, tahayyül edilen sınırlı bir demokrasidir. Servet, sermaye ve mülk sahiplerinin diğer sınıflar üstündeki hegemonyasını berkitecek bir kurgudur onlarınki. Erken dönem İngiliz Muhafazakârları ile Liberallerinin kavgaları halkın katılımı üzerine değildi; yeni servet sahibi sınıflar ile eski servet sahibi sınıfların at oynattıkları bir temaşaydı aralarındaki kavga. ABD’nin kurucu babalarının en büyük korkuları genel oy hakkı verildiğinde nüfusun büyük bir bölümünü oluşturanların, yani toplumun yoksullarının, yürütüme erkini ele geçirmeleridir. Bu nedenle Amerikan siyasal düzeni bunu bertaraf etmek için oluşturulmuş bubi tuzaklarıyla doludur. Kısacası burjuvazinin has aydınları ve sözcülerinin hayalini kurdukları demokrasi zenginlerin demokrasisidir. Peki ama ne zaman ve nasıl halka açılmıştır?

İşte burada tezimizin ikinci bölümüne ihtiyaç var: Burjuva demokrasisini işçi sınıfı yaratmıştır. İşçi sınıfı tarihsel olarak işyeri mücadelesini saf bir ekonomik mücadeleden öte bir siyasal mücadeleye çevirmek zorunda kalmıştır. Tarihte artığı üreten sınıflar içinde kendi siyasal organizasyonu ve kurgusuyla tarih sahnesine çıkan tek sınıftır. Bu nedenle geçici bir tepkisel isyan yerine kalıcı ve sürekli bir mücadele vermeye zorunlu kalmıştır. Böylece bitmeyen bir tarihsel kavga sonucunda burjuvazinin siyasal üstyapısını gevşetmiş, kendisine yaşam alanı açmıştır. Bir sınıf olarak ekonomik hakların ancak siyasal olarak garanti altına alınabileceğinin bilinciyle siyasal üstyapı içinde kendine alan yaratmıştır ite kaka. Sonuçta kapitalist devlet mekanizması bu de facto zorlama karşısında vektörleri gevşetmiş ve sonuç tam teşekküllü burjuva demokrasisi olmuştur. Pek tabi ki işçi sınıfının bu mücadelesine dışlanan diğer gruplar (örneğin kadınlar, sömürülen uluslar..) da katılmış ve bu katkı gelişkin burjuva demokrasisinin dengesiz ama en azından reformistlerin ve liberallerin hülyalarını süsleyen yapısını doğurmuştur. Bu yapının ayakta kalması işçi sınıfının direngenliğine bağlıdır. İşçi sınıfı gerilediğinde ve ekonomik/toplumsal mevzilerini bıraktığında kapitalist devletin faşizan damarı kabarmıştır. Şimdi Avrupa’da olan da budur. Suçlu ne Le Pen’dir, ne de AFD, ne ÖVP’dir ne de Melloni. Faşizm içeriden sökün eder, dışarıdan değil. Bu nedenle iktidarı hedeflemeyen bir sol kapitalist devlet karşısında iktidarsızlaşır. 

Şimdi günümüzdeki şartlara bir göz atalım.

  1. Sermayenin karşı saldırısıyla birlikte kapitalist alemde gelir ve servet dağılımı giderek bozulmuştur. Hayatın her alanının sermayenin tahakkümüne açıldığı bu ortamda orta karar/ hafif meşrep bir burjuva demokrasisi mümkün değildir. 
  2. Ekonomik eşitsizliklerin reformlarla gizlenebildiği bir çağda, görünüşte bile olsa siyasal eşitlik vaadi en azında gelişmiş kapitalist topraklarda toplumu ikna edebiliyordu ve özellikle çalışan kesimler siyasal eşitlik vaadinin albenisine kapılıyorlardı. Ama bugün artık eşitsizlikler öyle bir artmıştır ki toplumun yoksullarını ve çalışanlarını basit anayasal/siyasal eşitlik vaadiyle tavlayabilmek mümkün değildir. 
  3. Solun moral ve fiziksel yenilmişlik halini üstünden atmadığı bu çağda bu tepkiyi akılcı bir toplumsal gelecek kurgusuna dönüştürebilmek henüz mümkün değildir. Bu tepkiden oldukça gerici bir kurgu çıkmaktadır. 
  4. Kapitalist devlet artık apaçık bir sermaye diktatörlüğüdür. Çok partili bir sistem, ya da uluslararası angajmanlar önemli değildir. Siyasal alanı genişleten şey emekçilerin ve çalışanların tuttukları mevzilerdi; şimdi yoklar. Onlar yok iken sadece ulusal değil, küresel olarak örgütlenmiş bir faşizm ile karşı kaşıya kalmak kaçınılmaz oldu. Gazze karşısındaki vurdumduymazlık size ne anlatıyor?
  5. Toplumsal muhalefetin sıkıştığı kimlik siyaseti bu süreci aksatmak yerine derinleştiriyor. Kimlik sorunları üzerinden sürdürülen siyasi muhalefet, arkasında sınıfsal bir destek ve altında sınıfsal bir taban yok iken en fazla çalışanları, emekçileri ve yoksulları bölme amacına hizmet ediyor. Daha ötesine değil. 
  6. Zenginler ve sermaye sahipleri, faşizm damarı hortlamış kapitalist devletin kanatları altında kendi korunaklı dünyalarını inşa ediyorlar. Kendi yaşam alanları, kendi eğitim kurumları, kendi güvenlikli siteleri ve kendi hukukları var. Bu dünyayı korumak için en baskıcı rejimi bile tesis etmeye hazırlar. Onları en küçük bir ödünü vermeye zorlayacak en küçük siyasal ödüne bile karşılar. Bu düzenekten liberallerin ve liberal solcuların hayal ettikleri demokrasi çıkar mı?
  7. Göçmenler bu türden bir eşitsizliğin uluslararası düzeye yansımış nobranlığının dışavurumuna yol açıyor. Zenginler refahı ve güvenli yaşamı paylaşmak istemiyorlar. Zengin toplumların solcuları ise kendi işçi sınıflarına bile sirayet etmiş bu kıskançlığı ve koruma güdüsünü aşacak yolları bir türlü bulamıyorlar. Burjuvazinin güdük devriminden kalma vatandaşlık vaadi ile proletarya enternasyonalizmden bakiye yoldaşlık arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu onları felç ediyor, toplumları aşırı sağa meylederken (ki bu süreçte kendi devletlerinin payı çok büyüktür) ne o yöne gidebiliyorlar ne de bu yöne.
  8. Yen liberalizm denilen sermaye saldırısı emeğin tüm ekonomik ve siyasal korunaklarını yok ederek kapitalist devletlerin burjuva demokratik formlarından feragat etmelerine yol açtı. Bu nedenle (kavramı çok sevmesem de) yeni liberalizm özünde faşizme bir çağrıdır. 

Tüm bu süreç, yeniden vurgulayalım, sosyalizmin ve işçi sınıfının yenilmesinin soncudur. 20ler ve 30larda yenildiklerinde ortaya çıkan faşizmdi. Son 40 yıllık yenilginin de sonucu faşizmdir. Şaşıran neden şaşırıyor anlamadım. Ancak faşizm yenilebiliyor, Mayıs 1945 bize bunu kanıtladı. Şimdi de yenilebilir. Ama bu defa zaferin sonucu burjuva demokrasisine dönüş olmasın; çünkü o bağrında gizil ve sürekli bir faşizmi barındırıyor.