"... Rock bu süreçte radikal bir dönüşüm geçirdi. Beyaz çocukların dans müziği olmaktan çıktı, bir reddiyenin müziği haline geldi."

Portreler VI: Mark Knopfler – Elektro Gitarın Şairi V

Hikayemize geri dönelim. En son baktığımıza Mark Knopfler, Newcastle Evening Chronicle’da getir götür işleri yapan bir çocuk emekçiydi ve onu çokça etkileyen, İngiliz modernist şiirinin en önemli figürlerinden biri olduğuna inanılan Basil Bunting ile tanışmıştı. Bu dönemde bir gitara sahip olan ve arayış içinde olan ve fakat ne yapacağına henüz karar veremeyen bir ergen idi. Küçük publarda çalmaya başlamıştı. Her şey bir maceraydı. Çocukluk stabil ve bağıl devrimcilik, ergenlik arayış, gençlik ise macera dönemlerdir. Yaş kemale erince, hele de gelişmiş bir kapitalist toplumda, hayatın rutinlerle sarmalanması, her türden saflığın ve iyimserliğin tükenmesi, haset ve diğerleri ile kendini sürekli karşılaştırmanın yorucu tekdüzeliği, yaşamanın bir birikime ve sahip olmaya dönüşmesi kaçınılmaz olur. Gençlik bittiğinde kapitalizme tam teslim olursunuz. Elbette ki bu türden bir kaderden kaçışın yolları vardır. Üretken ve yaratıcı bir sanat macerası bunlardan biridir. Knopfler bu yolu, bu kurtuluşu tırnakları ile kazıdı ve şekillendirdi. Fukara bir aileden geliyordu ve müzikal macerada okullu değil alaylı idi. Aristokratik/elit okulluluk ile işçi sınıfına has alaylılık arasındaki gerilim kapitalist toplumlarda sanatsal üretimin sürekli yaşayacağı bir gerilim olacaktı. Britiş Hard Rock ikincisinin birincisine karşı devrimi olacaktı.  

Gençliğe geçen Knopfler yerinde duramıyordu. Bu dönemde Avrupa’yı otostop yaparak gezdi. Otostopçuluk havailiğin, bağlı olamamanın, arayışın, mülkiyeti ve serveti değil, insani varoluşu aramanın devrimci dışavurumu olarak ortaya çıktı bu dönemde. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, ve hatta bizimkisi gibi azgelişmiş kapitalist ülkelerde bile gençlik aileye, devlete, dinsel ve kültürel hegemonyaya karşı ayaklanmaya başlamıştı, 68 geliyordu. Otostopçuluk ise parası olmasa bile hayalleri olan, serveti olmasa bile cesareti olan, mülkü olmasa bile merakı olan, ve henüz orta yaşlılığın ve yaşlılığın tutucu lanetine kapılmamış gençlerin maliyetsiz bir şekilde kopup gitmelerinin, özgürleşmelerinin aracıydı. Dönem bir otostopçu histerisi dönemiydi aynı zamanda. 

Easy Rider 1969 tarihli muhteşem bir filmdir. Senaryosu Peter Fonda, Dennis Hopper (ışıklar içinde yatsın) ve Terry Southern tarafından yazılan, ve Dennis Hopper tarafından yönetilen bir filmdi. Konu basitçe şöyleydi: Meksika’dan getirdikleri kokaini satan ve New Orleans’ta Mardi Gras’a yetişmek isteyen iki motosikletli Wyatt ve Billy (Fonda ve Hopper) yolda bir de otostopçuyu, George Hanson’ı (Jack Nicholson) alırlar yanlarına. Her küçük kasabada ve kentte dururlar. Bu molalarda film otostopçuların yerleşik ve tutucu kapitalist dünyaya duydukları tiksintiyi gözler önüne serer. Daha doğrusu kendisi de kurulu düzenden kaçan Hanson’ın yerleşik kapitalist aleme yönelik tiksinti ve irritasyon dolu eleştirilerini dinleriz. Filimin sonunda Amerikan kasaba tutuculuğu ve gericiliği gaip gelir, Easy Riderlar öldürülür.

Film otostopla Avrupa’yı gezen Knopfler’ın ve o dönemde ABD ve Avrupa’da yollara dökülen gençlerin tepkisel arayışını çok güzel anlatır. Bazı sahneler o kadar görkemlidir ki!!! Örneğin yol boyunda verilen gece molalarındaki diyaloglar çarpıcıdır. Her bir molada marijuana içilir (ki Hopper’ın yıllar sonra yaptığı itirafa göre sahneler gerçekçi olsun diye gerçekten marijuana içilmişti, ve dahası bu sahneler doğaçlama çekilmişti) ve toplum yargılanır. İsyan ateşi canlanan gelişmiş ülke gençliğinin tüm gericiliğe ve bağnazlığa karşı çıkışının tiratlarını izlersiniz. Birinde Hanson “eğer ruhun ve bedenin piyasada satılıyorsa özgür değilsin” der, bir diğerinde “bizden teknolojik olarak ileride uzaylılar, bizden daha eşit ve hakkaniyetli bir topluma sahip uzaylılar, açlığın ve eşitsizliğin yok olduğu bir topluma sahip uzaylılar” kurgusunu dinlersiniz. Ateşin başında gerçekleştirilen bu sohbetlerden üç şeyi kavrarız. Birincisi Easy Riderlık bir reddiyedir. İkincisi de Jack Nicholson gençken bile çok büyük bir oyuncudur.  Her daim büyük bir oyuncudur. Üçüncüsü ise seyrettiğimiz film, düşük bir bütçeyle, dar bir kadroyla çekilmiş, ve ama muhteşem bir filmdir. Ayrıca yazının konusuyla ilgili ayrı bir erdeme de sahiptir, filmin müziklerinin ekserisi Amerikan Rock müziğin üç büyük isminin imzasını taşımaktadır; Steppenwolf, Jimi Hendrix ve The Byrds grubunun büyük gitaristi Roger McGuinn.

Herhalde Knopfler Avrupa’yı turlarken aynı türden bir tiksinti içindeydi ve merakla yoğrulmuş bir macera duygusuna kapılmıştı, bilemeyiz. Ancak dönem böyle bir dönemdi, sanki bir gençlik ateşi yanmıştı. Dahası dünyanın başka coğrafyaları ve toplumları çağırıyordu onları sanki. Bu çağrı merakı körüklüyordu. Gençlik çocukluktan devralınmış devrimciliğin gezgin bir merakla bütünleşmiş haliydi. Dimağ henüz sahip olmanın kirlettiği bir çöplük değildi. Orta yaş ve yaşlılıkta yaşam sermaye haline geliyordu, biriktirilmiş emekti; geride biriktirdikleriniz sırtınıza biniyor ve sizi sisteme kalın zincirlerle bağlıyordu.  Oysa gençlik öyle değildi, sizi hakkaniyetsizliği ve eşitsizliği ayyuka çıkmış berbat bir topluma bağlayan bağlar o kadar kırılgandı ki, otostop çekerek onları kırabiliyordunuz.  

Buradan sosyalizm ve yaratacağı toplum için bir ders çıkıyor. Sosyalist toplum bireyleri çocuk ve genç olarak tutmak zorundadır, sosyalist toplumda yaşam biriktirilecek hafızanın, statünün, güvencenin ötesinde bir anlama sahip olmak zorundadır. Toplum bedenleri yaşlansa da çocuksu bir devrimciliğe ve genç bir meraka sahip bireylerden oluşmalıdır. Yeni toplum merakı, çocuksuluğu köreltmemelidir ve sosyalizm “kısa sürede milyonlarca genç yaratmalıdır her yaştan”. Aksi takdirde kendi gençliğini koruyamayacak hale gelecektir. 

Dönelim Knopfler’a. Dönem aynı zamanda gençliğin hem bir merak ve isyanla direndiği hem de emperyalist merkezlerin deniz aşırı savaşlarında öldüğü bir dönemdi. Kısacası gerçekten varoluşsal bir bunalımla karşı karşıyaydı gençlik. Bu bunalım içinde eskiden tarihi olmadığına inanılan ve önceki nesillerin haklarında hiçbir fikrinin olmadığı toplumlar bir tür çağrı yolluyorlardı. Bu gençlerin isyankâr ve reddiyeci meraklarını cezbediyordu. Kuşkusuz burada en önemli çağrı ve mesaj Vietnam’dan gelmekteydi. 

Vietnam 1940’ların sonundan itibaren başlayan ulusal kurtuluş savaşları ve anti-emperyalist mücadele dalgasının en görkemli zirvesiydi kuşkusuz. 1946’da, yani II. Dünya Savaşı’nın bitmesinden hemen sonra başlayan devrimci anti-emperyalist mücadele, 1975’e, yani Amerikan emperyalizminin Saygon’u terk ederek ve topuklayarak kaçışına kadar sürecekti. Vietnam halkı ve Vietnam’a emperyalist askeri müdahale için gönderilen gençler için acılı ve travmatik bir süreçti kuşkusuz. Vietnamlı devrimciler önce arkaik ve miadı dolmuş Fransız emperyalizmini ve nihayetinde Amerikan emperyalizmini dize getirdiler. Ancak savaş meydanlarında, Güney Doğu Asya’nın yağmur ormanlarında ölenler bu müdahalelere karar veren azmanlar değildi pek tabi ki, Vietnamlı yoksul köylüler ve önlerinde yaşanacak daha koca bir hayat olan Amerikalı gençlerdi. Babalarının ve analarının kurulu düzene boyun eğmelerinin ceremesini Idaholu çiftçinin ve Maineli öğretmenin isyan etmeye fırsat bulamayan gencecik çocukları çekti. Vietnamlılar hava saldırılarında (TET saldırılarında içindeki insanlarla birlikte ormanları napalmla yakan bir emperyalizmden söz ediyoruz, sonra açıklandı öyle gözü dönmüş bir şekilde bombaladılar ki ormanlardaki Amerikan askerlerini de öldürdüler, ve bundan hicap duymadılar), örgütlü ve örgütsüz saldırılarda kitlesel olarak öldüler; ancak kazandılar. 1954’teki Dien Bien Phu zaferinde önce Fransız emperyalizmini, 1975’de ise Amerikan emperyalizmini kovdular. Vietnam insanlık tarihindeki en onurlu sayfalardan biridir. 
Knopfler Avrupa’yı turlarken Amerikan emperyalizminin Vietnam’a silahlı müdahalesinin boyutları büyümekteydi. Kennedy zamanında sayıları 1000 olan askeri danışman sayısı Johnson döneminde 20 bini aştı. Aslında danışman falan da değildiler, bildiğiniz muharip askerlerdi bunlar. Böylece gelişmiş ülke gençliği emperyalist müdahale sürecinde ölmek ile insanca var olmak arasında bir seçime zorlandı. Önemli bir bölümü direnişi seçti. Amerika’da hafta sonları gidilen dans salonlarından ve plaklardan taşan bir eğlence müziği olarak hayata başlayan Rock bu süreçte radikal bir dönüşüm geçirdi. Beyaz çocukların dans müziği olmaktan çıktı, bir reddiyenin müziği haline geldi. Amerikan kasabalarının tutuculuğundan kaçan gençlerin sığındığı sığınak olmaktan çıktı, Amerikan kampüslerinin nefretinin ve İngiliz işçi sınıfının derin tarihsel öfkesinin haykırışı haline geldi. 

Knopfler bu öfkeye kapılmıştı çoktan. Gençlik bir günün 24 saatinin yetmediği ve yaşamın dolu dolu yaşandığı bir dönemdir. Nitekim bir taraftan amatör işi Rockçılık, diğer taraftan gazeteci çıraklığı; dolu dolu yaşıyordu Knopfler. Dolu dolu yaşam, sanatsal üretimin membaıydı galiba. 16 yaşındayken ilk defa yerel bir televizyona çıktı ve canlı performans sergiledi. Yorulmak nedir bilmiyordu galiba. Prestijli Harrow Koleji’nde bir yıl gazetecilik okudu bu sırada. Bitimiyle birlikte kendini daha büyük ve daha çok olanak sağlayan Leeds’e attı ve burada da Yorkshire Evening Post gazetesinde çalışmaya başladı. Basın emekçisi Knopfler yeni gazetesinde işe başladığında yıl 1968’idi ve büyük Amerikan ve Avrupa üniversitelerinde isyan ateşi yanmıştı.

Knopfler Leeds’de Steve Phillips ile tanıştı. Phillips de gitar çalıyordu ve gerçek bir Blues erbabıydı. İkili çabuk kaynaştılar ve hatta The Duolian String Pickers adıyla bir grup oluşturdular. Phillips ilginç bir kişilikti doğrusu. Knopfler gibi emekçi bir aileden değil sanatçı bir aileden geliyordu. Baba heykeltıraş, anne ise ressamdı. Kısacası Knopfler’a göre beşeri ve kültürel sermayesi daha fazlaydı (her iki kavramdan da hoşlanmıyorum bu arada). Çok erken yaşlarda gruplar kurmuş ve publarda çalmaya başlamıştı.  Daha da ilginci bir gitar yapımcısıydı, kendi gitarlarını yapıyordu. Kapitalist seri üretime hiç uygun değildi, zaten sanat kariyeri de öyle olacaktı. Phillips, İngiltere’de Blues, Beatles ve Rolling Stones etkisiyle Britiş Hard Rock’a dönüşürken, ısrarla Blues mıntıkasında kalmaya devam edecekti. Bu nedenle Britiş Rock, Knopfler’ın Dire Straits’i de dahil, gigantik, devasa gruplar yaratırken ve her gün sahneye bir yenisini fırlatırken Phillips bildiği yoldan gidecek ve hiçbir zaman medyatik olmayan iyi bir müzisyen olacaktı. Knopfler 1986’da Dire Straits defterini ilk kez kapattığında kuracağı The Nothing Hillbillies grubuna eski yoldaşını da davet edecekti. 

Phillips, Knopfler’ın Blues ve Folk altyapısını geliştirmesinde çok önemli bir isim olacaktı. Ancak Britiş Rock artık Blues ve basit Country Folk’un ötesine uzanmaya başlamıştı. Rock’n Roll ABD’de bir tür sentez olarak doğdu. Beyaz Country ve Folk müzikler ile siyahi Blues kırması idi başta. Her sentez gibi kimliksizdi, bahsedildi ev, kilise, okul baskısından sıkılmış beyaz ve siyahi gençlere sağlanmış bir vaha (“oasis”) gibiydi. ABD soğuk savaşın ve McCrathyci cadı avının etkisiyle ailevi, kültürel ve siyasal baskıların pek arttığı bir dönemi yaşıyordu. Gençler ise yetişkin erkekler savaşta iken işgücü piyasasına çekilmiş ve para kazanır hale gelmişlerdi; tıpkı kadınlar gibi. Dolaysıyla savaş sonrasında da işgücü piyasasının gençleşmesi sürdü. Hem baskı hem de ekonomik bağımsızlık, özellikle beyaz gençleri siyasal değilse bile kültürel bir karşı çıkışa itti başlarda. Kimliksiz bir sentez olarak Rock’n Roll onların arayışına verilmiş en iyi cevaptı. 1950’lerin başında başladı Rock’ın yolculuğu Amerikan dans salonlarında ve barlarında. Üstelik başlarda iki ayrı patika gibiydi, beyazların daha Country ağırlıklı Rock’ı ve siyahların daha Blues ağırlıklı Rock’ı. Birilerinin bu iki ayrı patikayı birleştirmesi gerekiyordu. Sahne Elvis için hazırdı. 

Elvis mi? Amerikan medya imparatorluğunun yarattığı başka bir kukla mı? Yeni ve zengin bir müzik türünün öncüsü mü? Güzel, bebek yüzlü bir model mi? Üzerinden ve yüzünden tonlarca para kazanılan bir varlık mı? Müzik ve medya endüstrisinin ölüme ittiği başka bir kurban mı? En yükseklere çıktı, hayatıyla ilgili her şey, her boyut bir reklam unsuruna dönüştürüldü. Aslında savaş sonrasında toplumun derinliklerine inen medya endüstrisinin gösterişli yükselişinin hikayesiydi onun hikayesi. 1977’de öldüğünde tıbbi raporlar kalp krizi diye yazdılar; ama aslında belki de daha önce ölmüştü zaten. Baskıdan pörsümüş ve yapımcıların bir tür oyun hamuruna çevirdikleri bedeni kaldıramadı daha fazlasını. Uyuşturucu haplar ve çöküntü; Elvis, Amerikan Rock müziğinin daha sonraki dramatik hikayesinin belki de başlangıcıydı, kim bilir? Bu yolda çok kayıp olacaktı; Elvis, Hendrix, Jim Morrison, Choplin ve diğerleri erkenden öleceklerdi. Ama yolu açmıştı. 

Amerikan müzik endüstrisi iki teknolojik gelişmeyle Elvis ve kuşağındaki genç Rockçıları tüm topluma pazarladı. Bunlardan birincisi LP ve 45lik plakların ortaya çıkmasıydı. Milyonlarca satmaya başladılar. İkincisi ise radyo ve televizyonun kitleşelleşmesiydi; böylece canlı performanslar ülkenin dört bir tarafına iletilmeye başlandı. Böylece Amerikan eğlencelik Rock müziği kitlesel tüketimi olan bir metaya dönüştü. Ama bahsedildi, Amerikan toplumu özellikle Eisenhower döneminin sonundan itibaren çözmediği toplumsal sorunların ayağına takıldığını hissetmeye başladı. Bunlardan birincisi ırk ayrımı ve Sivil Haklar Hareketi’nin yarattığı depremdi. İkincisi ise soğuk savaş gericiliğinin içeride kurduğu demir cendereyi gevşetecek savaş karşıtı gençlik tepkisinin ortaya çıkmasıydı. Kennedy’nin seçilmesi Amerikan liberallerinde ve gençliğinde, ve hatta Sivil Haklar Hareketi’nde bir rahatlama yaratsa da aslında lanetli bir dönemin başlangıcıydı. Başka bir yazıda da bahsedildi, Amerikan emperyalizminin ritmi ve müdahale gücü Demokrat başkanlar döneminde daha yüksek olageldi her zaman. Nitekim büyük umutlarla seçilen Kennedy Küba Krizi’nde dünyayı nükleer armageddonun kapısına getirdi, ve de Vietnam’a ilk askeri müdahaleyi yaptı. Domuzlar Körfezi de cabası. Johnson döneminde ise ekonomik genişleme geldi, refah arttı ama çelişkiler de arttı ve toplumsal sorunlar depreşti. Bu süreçte Elvis’in, Chuck Berry’nin, Buddy Holly’nin dans müziği yerini Amerika’da bile Grateful Dead’ın, Doors’un, ve pek tabi ki Hendrix’in ve parlak, hınzır, ve her daim güzel Janis Choplin’in daha derinlikli, daha öfkeli ve daha vurucu Rock’ına bırakıyordu. Rock benliğini buluyordu, tıpkı Knopfler gibi. 

Notlar: 
Easy Rider’dan sahnelerle birlikte Steppenwolf’tan “Born to Be Wild” https://www.youtube.com/watch?v=egMWlD3fLJ8
Dire Straits “Where Do You Think You're Going?” https://www.youtube.com/watch?v=LROnjfhnZMo
Janis Choplin “Mercedes Benz” https://www.youtube.com/watch?v=Qev-i9-VKlY