Kısa olacak demiştim. Sonuna geldim. Sonuna da gelsem sormadan edemiyorum: Onun incittiği bir karınca var mıdır acaba?

Bende kalmasın

Kim derdi, şu anda hatırlamıyorum. Bununla birlikte, çok eskilerde kalmış olduğu kesindir. Şöyle böyle elli yılı bulduğuna göre “çok eski” demekte sakınca yok.

İlk kez işitmemin üzerinden bunca zaman geçmiş olan söz aşağı yukarı şöyleydi: “Okumayı, hiç değilse her gün bir göz atmayı ihmal etmeyeceğiniz gazete, Resmi Gazete olmalı.” Bu kadar eskide kalması, söyleyenin o zamanki hocalarımızdan biri olduğunu akla getiriyor.

Aynı okullarda okumamakla birlikte aynı kuşaktan olduğumuz Oğuz Oyan da son yazısında buna benzer bir değinmeye yer vermişti: “Sayıştay Denetçisi olmanın bir alışkanlığı olabilir ama Kadir son aylara kadar Resmi Gazete okumadan günü tamamlamazdı. Bunun büyük bir artısı, hepimizden önce birtakım gelişmeleri haber alması ve dostları ve okuyucularıyla paylaşması oluyordu.”

Ancak gerekli olanı yapmak, her zaman hoş olmaz; hatta kimi zaman basbayağı bir eziyete dönüşebilir. Sadık ve düzenli bir Resmi Gazete okuyucusu olmanın da böyle sıkıntılı durumlar arasında sayılabileceğini ileri sürersek fazla abartmış olmayız herhalde. Bunu bir ara Kadir’e de söylediğimi ve “Sayende epeydir böyle bir sıkıntıdan kurtuldum” dediğimi hatırlıyorum.

Aslında bu kısa yazıyı Kadir Sev’in bence benzersiz bir özelliğinden söz etmek için yazıyorum. Onu iyi tanıyanlar, “özellik” yerine “incelikli bir alışkanlık” da diyebilirler.

Ben ondan iki gün sonra yazıyordum son yıllarda. Ülkenin önemli kurumlarında geçirdiği çalışma yaşamı boyunca ve sonraki yıllarda edindiği birikimi dünya görüşünün ışığında değerlendirerek, genellikle, güncel sorunlar ile gelişmelere açıklık getiren yazılarını dikkatle okurdum. Dikkatle ve biraz önce sözünü ettiğim sevimsiz okumalardan kurtarılmış olmanın yarattığı minnet duygusuyla.

Okumakla da kalmaz, zaman zaman, iki gün sonraki yazımda yararlanırdım. Yararlanma şöyle olurdu: Ya onun üzerinde durduklarını esas alarak destekleyici kanıtlar (argümanlar) geliştirmeye çalışırdım, ya da onun konu edindiklerinden yola çıkarak kendisinin belki de hiç aklına getirmediği ayrıntıları öne çıkardığım olurdu.

Ama hangisini yapmış olursam olayım mutlaka şöyle bir görüşme gerçekleşirdi: Ona göndermede bulunmuşsam, benim yazımın yayımlandığı Cuma günü öğleye doğru telefonum çalar, açınca karşımda Kadir’i bulurdum. Bana hep utangaçça gelen bir tınıyla diyebilirim, yazısından söz açtığım için teşekkür ederdi önce. Ardından konuyla ilgili olarak kısaca söyleşirdik. Artık neredeyse bir ritüele dönüşmüş o söyleşilerimiz gerçekleşmezse, bu hiç olmadığı için düzelterek yazmalıyım, öğleye doğru Kadir’in beni araması gecikirse, “bir şey mi oldu yoksa?” diye düpedüz kaygıya kapılırdım.

Kısa olacak demiştim. Sonuna geldim. Sonuna da gelsem sormadan edemiyorum: Onun incittiği bir karınca var mıdır acaba?