Bu yazıdaki “böyle gitmez” ülkeyi yöneten, geçici de olsa egemenliği altında bulunduran siyasetçilerle onların buyruğundakiler için söyleniyor. Bizim için değil, karşımızdakiler için…

Böyle gitmez

Aziz Nesin’in büyüklüğü de kim ne yaparsa yapsın unutulmazlığı da bununla ilgilidir biraz. Halkımızın hemen herkesçe bilinen bazı sözlerini, davranışlarını, öykülerini alır, tersine çevirir; bunu yapmakla aslında onların özünü oluşturan ilerletici, devrimci yanları açığa çıkarır ve yeniden yazar.

“Böyle gelmiş, böyle gider” sözü, atasözlerini derleyen birçok sözlükte yer alıyor. Yıllarca, onyıllarca değil, yüzyıllarca sömürülmüş, ezilmiş halkımızın bilgece teslimiyetçiliğinin şaşırtıcı örneklerindendir. Bilgecedir; çünkü, yaşadıklarının kökünü sezmeye yönelik bir pırıltıyı barındırır. Teslimiyetçidir; çünkü, anlıyorum da çözümü yok yahut benim çözmeye gücüm yok, anlamındadır.

Oysa, ustanın bu sözü alıp küçük görünen büyük bir değişiklikle kitabına ad olarak koymasından sonra, dilimizden düşüremez olmuşuzdur: Böyle gelmiş, böyle gitmez.

Genellikle başımıza gelenlerin kaynağını az çok anlamış olarak bundan sonra şimdiye kadar olduğu gibi devam edemez, devam etmesine göz yummayız, sessiz kalmayız, katlanmayız benzeri bir karşı koyma tavrı içine girerken, onun habercisi olan bir diklenmeye yönelirken söyleriz bunu. Yüksek sesle, alçak sesle, hatta kimi zaman hiç ses çıkarmadan. Ama bu yazıdaki “böyle gitmez” ülkeyi yöneten, geçici de olsa egemenliği altında bulunduran siyasetçilerle onların buyruğundakiler için söyleniyor. Bizim için değil, karşımızdakiler için… Bu ülkenin gerçek sahipleri için değil, onun geçici efendileri için…

Onları düşünerek böyle gitmez derken, böyle götüremeyeceklerini öne sürerken akla gelebilecek, bu sözün dayanakları arasında gösterilebilecek birçok durum, sorun, gelişme var. Tümünden söz etmeye kalksak ne yer ne zaman yeter. Ayrıca gerek de yok; çünkü, en az bilinenleri diye düşündüklerimiz bile bu yazıyı okuyacakların tümü için olmasa da çoğu için hiç akıldan çıkarılmayan konular arasındadır. Büyük olasılıkla öyledir, demek istiyorum.

Öyleyse, son günlerde benim en çok aklıma takılanlar, diyerek bir öznellik katalım. Hem bunu yaparsak unutmuş ya da atlamış olduklarımız için önceden bir özür dilemiş oluruz.

Bir kez, çoluk çocuğun, gençlerin değil, basbayağı çocuk yaştakilerin elinde ya da gizli bir yerinde uyuşturucu, belinde silah dolaşıyor olmaları, berbat bir durum. Berbat yerine daha uygun sözcükler bulmak gerekiyor, okurlara bırakıyorum. Bu uyuşturucu işi yeni değil. Otuz yıl kadar önce de liseli çocuklarımızdan dinlerdik, birden sınıfın kapısının açıldığını ve içeri dalan sivil polislerin üst araması yaptıklarını anlatırlardı.

Silah külah işinin, onlarla yapılan savaş benzeri çatışmaların da sıradan olaylar arasına katıldığı görülüyor. Sokaklarda, barlarda, şurda burda uzun namlulu silahlarla hesaplaşan, vuruşan, kimisi kaçak, kimisi biri Türkiye’den olmak üzere çifte pasaportlu Sırpı, Gürcüsü ile uluslararası mafya babaları ve onların çeteleri, İstanbul başta, büyük kentlerimizde kol geziyorlar.

Öte yandan, Kemal Paşa’nın bir sözünden kısaltılarak türetilmiş bir slogan var, anlaşılan özellikle güney sınırlarımızda her yere yazılmış durumda, “hudut namustur” deniliyor. Lakin, daha eski ve bildik nedenlerin yanı sıra son zamanların olgusu durumuna gelmiş “çağdaş kavimler göçü”nün etkisiyle olmalı, hudut ile kevgir sözcüklerinin yan yana getirilmesi daha gerçekçi görünüyor. Güneyden ve doğudan oralara komşu sayılabilecek ülkelerden insanlarla başka “şeyler” gelip geçiyor, öteki sınırlardan mafyası şusu busu… Sonuç olarak, o sloganda ısrar etmemekte yarar var, denebilir; çünkü, hemen ardından, “namus elden gitti” sözü akla geliyor.

Bu arada, silahtı cinayetti konuşulurken, koalisyonun içindeki şimdiden ipuçları ortaya çıkmış ciddi sıkıntılar da akla gelmiyor değil. Koalisyon derken abartmış olduğumu sanmıyorum; yirmi küsur yıldır biçimsel olarak bir tek parti hükümeti ortada olmakla birlikte, bu uzun sürenin hemen hemen hiçbir diliminde toplumsal ve/veya siyasal anlamda koalisyon denemeyecek bir iktidar olmamıştır. Şu sıralarda, küçük ortak ile doğrudan mı dolaylı mı bağlantılı olduğu günlük sohbetlerin konusu durumuna gelmiş siyasi cinayetlerle mafyatik soruşturmalar, ortaklar arası ilişkilerde henüz bütün boyutlarıyla açığa çıkmamış, açığa çıkıp çıkmayacağı da belirsizliğini koruyan gerilim noktalarını oluşturuyor. Yine de, ne kadar belirsiz olursa olsun, bu noktaların büyük ortağın elindeki kozları güçlendirici bir işlev gördüğü düşünülebilir. Bu kozların önümüzdeki haftalar ve aylarda yeni ortak arayışlarına yol açması şaşırtıcı olmaz. Buna karşılık, yeni ortakların kimliğini şaşırtıcı bulanlar çıkacaktır.

Söz cinayetlerden açılmışken, akıl almaz bir vurdumduymazlıkla karşılanan iki tür cinayete daha değinilmezse, yaşadığımız günlerin anlatımındaki eksiklik, hoşgörülebilirlik sınırını aşmış olur. Her ikisi de, ne yazık, ülkemizin hayatında çok eskilerden beri sıradan olaylardır. Yinelenme sıklığı ve yol açtığı kayıplar bakımından dehşet sözcüğü yetersiz kaldığı halde sıradanlaşmış olan bu cinayet türlerinden biri iş, öbürü ise trafik cinayetleridir. Son yıllarda olağanüstü hız kazanan madencilik sektöründe iş cinayetleri ile doğa cinayetleri el ele gitmektedir. Otoyollar çoğaldıkça ve hız sınırları yükseltildikçe, kuşkusuz birçok başka etkenin de katkısıyla, inanılması güç şiddet ve sıklıktaki trafik kazaları günlük felaket olayları içinde hep ilk sıralardadır.

Bağlamaya çalışırsak,  küçüğü ve büyüğü ile ortaklardan onların yönetimi ya da etkisi altındaki kurumlara kadar pek çok yerde örtülü ya da açık seçik gruplaşmalar, zaman zaman parçalanmalar, o gruplar ve parçalar arasındaki görüş ayrılıklarıyla sınırlı kalmıyor; keskin çıkar çatışmalarına dönüşebiliyor. Böyle bir saptamayı mümkün kılan gelişmelerin, pek de seyrek olmayan biçimde ortaya çıktığı gözlenebiliyor.

Bütün bunların temelinde, geçen gün Erdoğan’ı servetlerin dağılımında görülmemiş adaletsizliklerin varlığından söz etmek zorunda bırakan kapitalizmin, özel olarak da onun “yerli ve milli”si olanTürkiye kapitalizminin bulunduğunu söylemek, beylik bir saptamanın yinelenmesi olarak görülmemelidir. Eskisiyle yenisiyle, yaşlısıyla genciyle, yıllardır iktidarda olanıyla iktidar sırasını bekleyeniyle, beş vakit namazındakiyle alnı secdeye değmemiş olanıyla hiçbir düzen politikacısı, onun çizdiği sınırların dışında hareket edemez. Yine de içlerinden “böyle gitmez” diyenlerin çıkması mümkündür. Yüksek bir olasılık mıdır? Onu bilmem.