Şu apaçık nedenle ki, başaramazsak payımıza düşeceklerin  hep cinayetler, felaketler, yoksulluklar, yoksunluklar olacağının farkındayız.

Muhalefete muhalefet: Ne ayıp!

“Ana muhalefet” demek alışkanlık olmuş, ama aslında düzen partilerinin önde geleni durumundaki partiden söz edilmiş oluyor böyle söylenip yazılınca. O parti çevrelerinde, onu destekleyen basın yayın kuruluşları ile yazarlarda son zamanlarda sık sık gündeme getirilen bir karşı eleştiri var.

İktidar sorumluluğu taşıyan, üstelik bunu çok uzun zamandır sürdüren, dolayısıyla ülkenin içinde bulunduğu yıkıcı sorunların birinci derecede sorumlusu olan parti ve tek yöneticisi dururken onların yerine ya da onları eleştirdiğiniz kadar ona karşı çıkan muhalefet partisine yüklenmek, hatta bazen daha fazla yerden yere vurmak da ne oluyor? Bunda ne hakkaniyet var ne de politik doğruluk.

İlk bakışta, pek de haksız sayılmayabilirler. Öyle ya, karşısındakilerin çok daha güçlü ve etkili kamusal ve özel araçları alabildiğine kullanarak yarattıkları bir üstünlük oluşmuşken, bir de o tarafın dostu olmadıkları besbelli bir kesim tarafından kıyasıya eleştirilmek, kolayca katlanılır bir durum sayılmayabilir. Ancak böyle bir serzenişin haklılık kazanması için birbirlerine karşı olma iddiasındaki tarafların aralarında gerçekten kabul edilebilir farklılıkların, dahası karşıtlıkların bulunması gerekir. Yoksa, son dönemlerde sözde karşıtlıkların ve bunlara dayalı çatışmaların daha çok görünür olmalarının da etkisiyle yeniden yaygınlık kazandığı düşünülebilecek o eski deyişle, kayıkçı kavgasından öteye geçmeyen bir gösteriden söz edilebilir olsa olsa. Gerçekte olan da budur zaten.

Alpaslan Savaş dünkü soL’da okuduğumuz yazısında, başlığından son satırına kadar, bu farksızlık yahut benzerliği son birkaç haftanın iki önemli olayından yola çıkarak ortaya koyuyordu. Bunlar biri İstanbul’da öbürü Antalya’da gerçekleşen iki “iş kazası” idi. Hemen düzeltelim: Bu tür olaylara kaza değil cinayet demek gerektiğini, emekçilerin ve onların örgütlerinin mücadeleleri sayesinde, artık bütün Türkiye öğrenmiş durumda. Bu birinci düzeltme. İkincisi, bir üretici etkinlik söz konusu olmadığına göre bunlara iş başında gerçekleşen cinayet denebilir mi, sorusu akla gelebilir. İlki eğlence, ikincisi gezinti yerinde gerçekleştiği ve hem eğlence hem gezinti için bir hizmet ve ona bağlı maddi araçların üretimi ile bakım onarımı söz konusu olduğu için, bunları iş cinayetleri olarak adlandırmakta bir yanlışlık görünmüyor.

“Burada merkezi ve yerel iktidar açısından kamu adına kimsenin sorumluluğu bulunmuyor mu?

AKP Türkiyesi’nde bulunmadığını biliyoruz. Ama görünen o ki AKP Türkiyesi, AKP’den ibaret olmaktan çoktan çıkmış.”

Bu saptamanın yapıldığı yazıda her iki olayda da belediyelerin ve öteki kamu görevlilerinin sorumluluğu konusunda ne yapıldığının ve ciddi bir “şey” yapılıp yapılmayacağının belirsizliği üzerinde durulduktan sonra, iktidar partisi ile ana muhalefet partisi ilgililerinin tutumlarındaki benzerliklere değiniliyordu. Bunlara belki biçimsel sayılabilecek, ama kesinlikle önemsiz olmayan bir benzerliği eklemek istiyorum.

Ana muhalefet partisi yetkililerinin Antalya’daki teleferik cinayetiyle ilgili olarak basına yaptıkları açıklamalarda eksik etmedikleri bir söz kalıbı vardı. Aşağı yukarı şöyleydi: Olay üzerine Genel Başkanımız Sayın Özgür Özel’in talimatıyla grup başkan vekilimiz, milletvekillerimiz, falan falan belediye ekiplerimiz derhal olay yerine intikal etmiş ve gerekli çalışmaları yürütmüşlerdir…

Buradaki “genel başkanımız ve adı” yerine “cumhurbaşkanımız ve adını” koyun. Bu kalıp depremlerde, sel baskınlarında, orman yangınlarında, bunlara benzeyen ve benzemeyen yerlerde yüzlerce kez mi demeli, binlerce kez mi, yinelenmemiş midir? Dolayısıyla, bu kalıba uygun cümlelerle dile getirilmiş açıklamaları birkaç kez olsun işitmemiş bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı var mıdır acaba? Diyeceğim, benzerlik, üsluba kadar uzanıyor. “Üslubu beyan, aynıyla insan” denirmiş ya eskiden, burada da öyle. Üslup, hep hazır ve nazır başkanı işaret ediyor. Başka bir deyişle, muhalefet iktidardan üslubu da öğreniyor.

“İnsanlar 31 Mart’ta AKP’nin “yenilmesinden” mutlu oldular, bundan umutlandılar. Bunda herhangi bir fenalık yok.

Fena olan umut diye pazarlanan şeyin, umutlanan halkın kurtulmak istediği şeye benzemesi.”

Alpaslan yazısını şöyle bağlamıştı:

“Uzun lafın kısası… AKP 31 Mart seçimlerini kaybetti ama kazananları kendisine benzetti.

Yeni tek adam adaylarımız 2028 için sıraya dizilmiş durumda. Kimse hesap vermiyor, kimseden hesap sorulmuyor. Halkın payına iş cinayetleri, felaketler, ekonomik kriz düşmeye devam ediyor.  31 Mart sonrası baharmış! Bu ülkede bahar patronlara. Bahar diye yutturulan AKP Türkiyesi. Üstelik bu kez CHP belediyesi takviyeli.”

Dışında olsak bu tabloya bakıp “ne ülkeler, ne insanlar var şu yaşlı dünyada” diye hem felsefe yapıp hem eğlenmek mümkün olabilirdi. Ama bu ülkede yaşıyoruz. Ne yazık değil, iyi ki bu ülkede yaşıyoruz. Öyleyse, eğlenmeyi devrimcileştirip, ülkemizi acınacak yahut eğlencelere konu edilecek bir ülke olmaktan çıkarmak hem elimizdedir hem de uğrunda her türlü çabayı göstermeye değer bir uğraştır. Şu apaçık nedenle ki, başaramazsak payımıza düşeceklerin  hep cinayetler, felaketler, yoksulluklar, yoksunluklar olacağının farkındayız.

Tamam da ne dervişlik gerekir bunun için ne keşişlik. Devrimcilik yeterlidir ve bunlarla ilgisi yoktur.