Eğlence diye başladık, döndük dolaştık, yine nerelere geldik. Bilinmez değildir, biraz değiştirerek yazabiliriz: Çelebi, böyle olur bizde eğlence dediğin.

'Yar bana bir eğlence…'

Tırnak içinde; çünkü, bilmeyen yoktur sanıyorum, Hacivat-Karagöz gösterilerinden alıntıdır. Hacivat perdede görünüp böyle seslenir birkaç kez, epey de patırtı yapar; ardından Karagöz atlar evinin penceresinden ya da yüksekçe bir yerinden ve atlamasıyla şaplağı indirmesi bir olur. Gösteri genellikle böyle başlar.

Demek istediğim, sözün asıl sahibi ben olmadığıma göre, tırnak işareti yerindedir.

Bunca dertle boğuşurken sırası mı şimdi, diyen çıkarsa da, asıl öyle durumlarda gerekir eğlence, iyi gelir. Büsbütün karalar bağlamamızı önlemekte yardımcı olabilir.

Benim başımdan geçen son bir eğlenceyi, iki üç gün önceydi galiba, Reis Hazretleri’nin bir salon toplantısını izlerken yaşadım. İzlerken dediğim, televizyon ekranından elbette. Yoksa, nerde bizde o şans, yerinde ve anında izlemek bize mi kalmış? Ama birçok kişi, o arada siyaset ve onun anlı şanlı bilimi açısından onlara bakan denebilir mi denemez mi tartışması da epeyce yapılmış görevliler, her zamanki gibi öyle bir şansa sahiptiler. Gerçi, bu sonuncuların hiç değilse bazıları için buna şans demek doğru olur mu, bilinmez. Söylenenlerde bir tuhaflık olduğunu az çok bilenler için şaşkınlığı gizlenemeyen ama hayranlığı da belli eden bir yüzle, durmadan, ama aşırıya da kaçmadan başını sallamak, herkesin başarabileceği bir iş olmasa gerek.

En önde oturanlardan iki bakan özellikle dikkatimi çekti. Biri adalet işlerine bakmakla görevlendirilmiş kişiydi; onu hemen geçtim. Zaten o işlerle ilgili olarak konuşanları dinlediğinde ya da kendisi konuştuğunda konuların dışında, hatta bu dünyanın dışında izlenimi bırakıyor. Ama çalışma hayatı ile ilgili koltukta oturan öteki bakan pek öyle görünmüyor. Reis Hazretleri de, tam o sırada, emeklilerin ve çalışanların durumları ile ilgili sözler söylüyordu. Biz geldiğimizde en düşük emekli maaşı 66 liraydı, şimdi 10 bin lira; asgari ücret 284 liraydı, şimdi 17 bin lira. Böyle diyordu. Dikkat edilirse, tırnak içine almadım; çünkü, bir kenara not etmiş değilim, farklı bir üslupla söylemiş olabilir. Ama şunu tırnak içinde yazabilirim: “Neredeen nereye!” Zaten bu sözü pek seviyor Reis. Hatta böyle bir şarkı da var, onu elindeki mikrofona söyleyişini her dinlediğimde, olursa bu kadar olsun, demeden edemiyorum.

Neyse, lafı dağıtmayalım, konuşmanın tam da burasında, çalışma işlerine bakan görevlide, yüzündeki hayranlık ifadesini değiştirmemekle ve başını sallarken temposunu çok abartmadan, hafifçe artırmakla birlikte, bir tedirginlik sezmedim değil. Ne de olsa adının önünde “profesör” unvanı bulunuyordu. Neymiş diye baktım bir iki yere, “sosyal hizmetler” profesörü imiş. Nasıl bir “şey” oluyorsa, diyeceğim ama, kendimi tutuyorum. Hizmet dediğin sosyal olmalı nitekim, öyle olmayana hizmet mi denir?

Ama iktisatçı olmadığı anlaşılıyor. Öyle olsaydı, bizim Yalçın Hoca’nın Yürüyüş adlı kitabına alınışı 1996 yılına, ilk yayımlanışı ise daha eskilere giden bir yazısındaki şu satırlar hemen aklıma gelirdi: “(…) elimdeki Farsça sözlük ‘ahmak’ üzerinde kuşku olmaması için sözlüğe Sarrac’tan bir küçük şiir koymuş: ‘Ahmak kırk sene bilgiler kazansa da anlayışlı kimselerden daha olgun nasıl olur?’ Bu Sarrac’ın şiirinin düzyazıya dökülmüş biçimidir. Bu , bir ahmak, doktora yapsa da profesör olsa da yine ahmaktır anlamına geliyor.”

Hemen ardından gelen cümleyi buraya almıyorum. Orada doktora ve profesörlükle birlikte olduğunda ahmaklığı daha da artırdığı ileri sürülen meslekten çok insan var ortalıkta, hani elini sallasan onlardan birine değer, o kadar çok. Dolayısıyla, haksız yere kalp kırmış olmayalım, içlerinde çok değerli olanlar da bulunuyor kesinlikle.

Bu profesörlük konusunda kendi yaşantılarım da az değildir. Özellikle yök sonrasındaki birkaç onyıl boyunca işim gereği birçok profesörle kısa süren tanışıklıklarım olmuştu. Kısa olmakla birlikte, oldukça öğretici bazı çalışmalar. Onların sonunda şöyle bir kanıya varmıştım: Çok eskiden, halkımız, bir meslek sahibinin adının başında “profesör” söylendiğini duyunca, şöyle bir toparlanırdı. Çok bilgili olduklarını sandığı insanlar karşısında, biraz ürkek, daha çok saygılı bir kendine çeki düzen verme davranışıydı bu. Şimdiyse “profesör” unvanını görünce, bunu tersine bir uyarı olarak almak, eğer o kişiye ilişkin güvenilir bazı ek bilgiler yoksa elimizde, kendisinden dinleyeceklerimiz ya da okuyacaklarımız konusunda çok ihtiyatlı olmak gerekiyor.

Burada bir ihtirazi kayıt gereği ortaya çıktı, sanıyorum. Yine küflenmiş bir sözcük işte, çekince demek daha doğru olacak. O çekince de şöyle: Başımıza gelen kötülükleri son yirmi yıla mal etme, ondan da önce 12 Eylül istibdadından başlatma eğilimiyle söyleyip yazıvermek, bir alışkanlık oldu nerdeyse, bir kolaycılık da denebilir. Oysa, hemen hemen hiçbir kötülük bu ülkenin başına öyle yirmi yıl, kırk yıl, elli yıl falan önce musallat olmamıştır. Çok daha eskidir. Ne kadar eski olduğuna girmek için böyle bir yazı değil pek çok yazı gerekir. Dolayısıyla, burada bırakmak en iyisi.

Yine de şu kadarı söylenebilir: Bugünkü iktidarın geçmişi kendisinden yıllarca, hatta onyıllarca önceye giden işleri, havalimanlarını, yolları, üniversiteleri, şunları bunları “biz yaptık” demesi ne kadar gülünç oluyorsa, emekçi sınıflara yönelik bütün kötülükleri onların marifeti ya da buluşu saymak da o kadar yanlıştır. Her türlü kötülüğü onlara yıkmak haksızlık olacağı için değil kuşkusuz, düzenin kendisinin taşıdığı sorumluluk gizlenebileceği için.

İşin eğlenceli yanının güme gitmeye başladığının farkındayım. Ama, oldu olacak, biraz da eğlenelim havasında sözünü ederek başladığımız emekli maaşı ile asgari ücretteki gelişmeler konulu söyleve dönerek bitirelim.

O konuşmayı ve salondaki dinleyicileri izleyen muhalif politikacı ve uzmanlar, biz söyleyip duruyoruz, liyakat olmazsa böyle olur, demişlerdir herhalde. Haklarını teslim etmek gerekir, liyakat olmazsa iyi olmaz. Ama nerede ya da kimlerde? Kapitalizmin tekelci aşamasında, geçmeden belirtmeli, artık tekelci olmayan, daha doğrusu, tekellerin egemen olmadığı bir kapitalizm kalmamıştır, işte bu tekeller dünyasında liyakat/ yaraşırlık/ değim, önemini yitirmiştir, en azından her yerde ve her işte birincil önemde olmaktan çıkmıştır. Asıl önemli olan biat etmektir, tekellere kayıtsız koşulsuz bağlanmak ve bunu her durumda ortaya koymaktır. İşe uygun olmak, o tür nitelikler taşımak, belki en yakın halkadaki elemanlar içindir ve o da çok daha arka sıralarda yer almaktadır. Şu basit nedenle: Tekeller egemenliklerini sürdürmek için baskıyı, kaba gücü, zulmü, bu ve benzeri sözcüklerle anlatılabilecek yollarla  araçları ülkeleri içinde ve dışında kullanmakta daha önce görülmemiş bir sakınmazlığa ulaşmış bulunmaktadırlar. Dolayısıyla, aynı sakınmazlığı, eski deyişle pervasızlığı sergileyebilmek, birincil özellik olarak aranır olmuştur. İlle de o sözcük kullanılacaksa, liyakatin birinci koşulu budur.

Eğlence diye başladık, döndük dolaştık, yine nerelere geldik. Bilinmez değildir, biraz değiştirerek yazabiliriz: Çelebi, böyle olur bizde eğlence dediğin.