Özetlersek, düzenin ve devletin kalıcılığı esastır; ama hangi tarafın bunu sağlayacağı hangisinin tehlikeye atacağı tartışmalıdır.

İstenen neyin bekası?

Uzun zamandır dillerden düşürülmeyen bir sözcük bu. Türkçe olmadığı için ahalinin büyük bir çoğunluğu da pek anlamıyordur herhalde. Anlamadan ya da tam olarak anlamadan dinliyor. Kendisi kullanmasa da durmadan yineleyenlerden işitiyor ve az çok bir anlam çıkarmaya ya da yüklemeye çalışıyor. O anlamın pek hoş görünmediğini, memleket için iyi olmayan bi “şey”den söz edildiğini de seziyor bir olasılık. İktidar ortaklarının ardı arkası kesilmeyen söylemleriyle en azından böyle bir etkiyi yaratma konusunda az çok başarıya ulaştıklarını teslim etmek gerek.

Sözlükleri karıştırdığımızda Arapça “beka” sözcüğünün Türkçede kalıcılık, ölmezlik sözcükleriyle karşılandığını görüyoruz. “Evvelki hal üzere kalmak” gibi açıklamalar da bulunabiliyor. Uzatmadan, kalıcılık diyelim.

Kısacası, devletin kalıcılığını, bunun vazgeçilmezliğini vurguluyorlar. Devletin, onun üzerinde yükseldiği toplumun düzeni ve bunun değişmezliği, yıkılmazlığı anlatılmış oluyor. Herkesin anlayabileceği dille konuşsalar, çok daha az sayıda insan için çekici, kabul edilebilir, ardından gidilebilir olacak söyledikleri. Dolayısıyla, “devletin, düzenin kalıcılığı tehlikede” diyecek olurlarsa, çok da ürkütücü bir etki yaratmaları güçleşecek. Hatta, onları dinleyenlerin en azından bir bölümü “iyi işte, bu düzenin çok mu hayrını gördük ki kalıcı olmazsa kaygıya kapılalım” bile diyebilecekler.

Bu beka ya da, artık Türkçesini yazabiliriz, kalıcılık konusu yalnız siyasal iktidar ortaklarının değil onlarla dehşetli bir kayıkçı kavgasına girmiş görünen muhalefet sözcülerinin de dilinden düşmez oldu sanki. Örnek olsun, nedense hâlâ “ana” muhalefet olarak anılan partinin yeni başkanı da bekanın öneminden söz ediyor, şu farkla ki, bekayı tehlikeye atan sizsiniz, demeye getiriyor. Bir fark daha var aslında: İktidar sözcüleri beka sözcüğünü doğru söylerken, genç başkan ısrarla k’yi ve sonraki heceyi incelterek söylüyor. Oysa, sözlüğe bakıverse, hadi kendisinin başını kaşıyacak vakti yok diyelim, gençliği de doğrusunu bilmeye elvermiyor, bir arkadaşı yahut herhalde sayıları az olmayan danışmanlarından biri baksa, orada “k kalın okunur” uyarısını görecekler.

Yazar efendi senin de takıldığına bak, oraya gelinceye kadar daha neler neler söyleniyor o muhalefet tarafından, diyenler çıkarsa, çıkarsa ne söz, mutlaka çıkacaktır, onlara da ne yanıt veririm, bilmem.

Sonuç olarak ve kısacası, bekanın önemi konusunda iktidar ile düzene sadakatine ilişkin kuşkuları gidermeyi başarmış olan muhalefet aşağı yukarı anlaşmış görünüyorlar. Özetlersek, düzenin ve devletin kalıcılığı esastır; ama hangi tarafın bunu sağlayacağı hangisinin tehlikeye atacağı tartışmalıdır. “Yüce milletimiz” önünde tartışılacak, öyle olmaktadır nitekim, ve sonunda, yine tırnak içine alalım, “milli irade” tecelli edecektir. Demokrasi denilen de bu değil midir zaten?

Ancak, demokrasi bağlamına yerleştirmekle konuyu toparladık derken, ne yazık, önceki gün yapılan üç saatlik bir basın toplantısı ile spor alanı da beka işinin içine girmiş oldu. Üstelik, Türkiye kapitalizminin en eski ve en zengin hanedanının üçüncü kuşak mensubu olmanın yanı sıra bazıları bilinen bazıları henüz o kadar bilinmeyen nedenlerini Erdi Aydoğdu’nun 3 Mart günü burada yayımlanmış yazısında okuduğumuz doruklardaki futbol aşkı ile temayüz etmiş zat-ı muhteremin toplantısıydı bu.

Çok yeni olduğu için hemen hatırlanmıştır: Bizim Metin Kurt’un unutulmaz deyişiyle “arsadan borsaya” geçtikten sonra güzelliğini büyük ölçüde yitiren futbola el koymuş para babalarının tartışmasız önde gideni, yıllardır kitlelere yutturulmaya çalışılan “ezeli rakip, ebedi dost” sloganının iki yüzlülüğünü sakınmasızca ortaya koyan rekor uzunluktaki basın toplantısında, rekabet kural tanımaz biçimde sürerken sonsuz olanın dostluk değil düşmanlık sözüyle anlatılabileceğini göstermiş oldu. Sözüm ona “ebedi dostunu” Türk futbolunun beka sorunu olmakla suçladı. Böylece, iktidarın hiç vazgeçmediği saldırgan söyleme de doğrudan bir göndermede bulunmuş, gönderme ne demek, düpedüz aynı dille konuşmuş oluyordu. Bir taşla iki kuş vurmanın peşine düşmüştü anlaşılan. Bir yandan, “ezeli rakibine” öldürücü darbeyi indiriyor, bir yandan, iktidar sahiplerinin açık damgasını taşıyan söylemin alanını alabildiğine genişleterek karşılığında gelecek irili ufaklı ödülleri beklemeye başlıyordu.

Bununla birlikte, büyük olasılıkla farkında olmadığı, tuhaf bir belirsizliğe de yol açmıştı. Bitmek bilmeyen basın toplantısının geri kalanında, özetle, Türk futbolunun artık iflah olmayacağını, tek yolun bir “devrim” olduğunu vurguladı. Bu durumda, “ezeli rakip” var olan futbol düzeni için beka sorunu yaratmakla, daha anlaşılır bir anlatımla, bu düzenin kalıcılığını tehlikeye atmakla iyi bir iş yapmış oluyor, böylelikle hem iflah olmaz derecede bozulmuş futbol düzenini yıkmanın hem de bir devrimin gerekliliğini gözler önüne seriyordu. En azından, bu durumun görülmesini ve o devrimi kolaylaştırıcı bir etkiye yol açıyordu. Öyle ya, eski ve çürümüş olan yıkılmadan, yeni ve gelişkin olan nasıl kurulabilsin?

Oysa, paranın ve para babalarının egemen olduğu hiçbir alanda ne dürüstlük olur, ne eksiksiz güzellik. Devrim ise ancak onların saltanatının sona erdirilmesiyle mümkündür. Ondan sonra her şey gibi o topla neyin nasıl yapılacağına da devrimi gerçekleştirenler karar verirler. Bunları çoktandır biliyoruz.

Madem kalıcılıktan ve onu sağlama almaktan açıldı, biraz da gırgırımızı geçsek, ayıp mı olur? Yine birkaç gün kadar önce, 137 ülke arasında bizim 106’ncı sırayı aldığımız en mutlu olan ülke sıralamasında Finlandiya’nın bilmem kaçıncı kez birinci olduğu açıklanmış. Acaba, diyorum, orada da bu beka sorunu gündeme gelmiş midir? Gündeme gelmişse, NATO’ya üye olarak kalıcılığı güvence altına aldıklarını düşünmüş ve mutluluklarını artırmış olabilirler mi?

Bunu sadece merakımdan sormuyorum. Eğer öyleyse, şu soru da ardından gelmemiş olmaz: Futbol tribünlerinin bilinen sloganı ile söylersek, “en büyük başkan bizim başkan”, itirazını geri çekmeseydi, gariban Fin halkı mutluluğunu perçinleyebilir miydi? Demek istediğim, kendimizi o kadar da küçük görmeyelim!