Şimdi yazının başlığına bakıyorum da, bunlar bizim güncelliğimizin çok mu uzağındadır, diye sormaktan alamıyorum kendimi.
En baştan uyaralım ki, güncel koşuşturmalardan başını kaşıyacak vakit bulamayanları engellemiş olmayalım. Belki de asıl onlara küçük bir yardımı olabilir bu tür aykırılıkların, zaman zaman kendilerine de saçma görünen o koşuşturmalar arasında bir soluklanma fırsatı yaratabilir. Kim bilir…
Bazı eski kaynakları karıştırırken karşılaştım bu yazının esasını oluşturan metinle. Oldukça eski sayılır, 1995 yılındaki bir uluslararası kongrede sunduğum bildiriydi. Onu özetlerken bazı geliştirici ekler yapmaya çalışan bir yazıyı okumak, artık işin suyunu çıkarmaya başlamış siyasal gündemin bıktırıcılığına üç beş dakikalığına ara verdirebilir, diye düşündüm. Konunun sanat ile üretkenlik arasındaki ilişki olduğunu belirterek devam edelim.
Var olan ya da yaratılan izlenimlerin, kavrayışların, düşüncelerin, coşkuların, sevinçlerin, üzüntülerin, kaygıların, durumların, olayların, ilişkilerin yazıyla, sözle, sesle, çizgiyle, renkle, görüntüyle ortaya konulması, sergilenmesi, aktarılması… Sanat bunlarla uğraşır.
Daha derli toplu anlatılırsa, sanat gerçekliğin estetik olarak kavranmasıdır; insanın kendisini çevreleyen dünya ile kurduğu eylemli ve dönüştürücü ilişkinin bir biçimidir. Aynı zamanda, kendine özgü bir düşünme tarzıdır; dünyanın sanatsal olarak bilinmesidir, karmaşık ve apayrı bir toplumsal bilinç biçimidir; gerçekliğin yaratıcı biçimde yeniden üretilmesidir. Sanatçılar, gerçek dünyanın zengin çeşitliliği içinde, insan karakterlerine, yaşantılarına ve insanlar arasındaki ilişkilere eğilirler; bunlarla birlikte, insanın içinde yaşadığı doğal ve toplumsal çevre sanatçının ilgi alanında yer alır.
Şöyle de anlatmak mümkün: Sanat hayatı bilmenin, ona ilişkin bilgi edinmenin bir yoludur. Bununla birlikte, bilgisel işlevin çok belirgin olduğu sanat biçimlerinin ya da alanlarının yanı sıra bu öğenin belirsizleştiği, sözgelimi, kullanışlı nesneler üretmenin öne çıktığı alanların da var olduğunu eklemek gerekiyor. Edebiyatın birinci kümeye, mimarlığın ise ikinci kümeye girdiği söylenebilir. Ancak bu farkı abartmak da doğru olmaz. İlk bakışta bilgi edindirme ya da pratik yarar sağlayıcı nesneler üretmeye yönelik hiçbir işlevi olmadığı sanılan müzik sanatını akla getirelim örneğin. Bir Fransız filozofun, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında olmalı, şöyle dediğini hatırlıyorum: “Ben Dışişleri Bakanı olsaydım, Mussorgskiy’in müziği, Rusları anlamakta St. Petersburg’daki büyükelçimizin göndereceği raporlardan çok daha fazla işime yarardı.”
Benzer bir sanat olan resim için de hemen hemen aynı yaklaşım söz konusu edilebilir. Avusturya asıllı yazar Stefan Zweig, çok beğendiği bir ressam için şunları söylemiş: “Varsayalım ki, uygarlık bir gün yok oldu ve bu arada bütün kültür anıtları, kitaplar, fotoğraflar, belgeler de kül olup gitti. Ama bu yok oluş sırasında bir tek Frans Masereel’in tabloları bozulmadan kalmış olsun, yeter! Onlara bakarak çağımızda insanların nasıl yaşadıklarını araştırabilir ve yirminci yüzyıldaki yaşamın ruhuna ilişkin bir bilgi edinebiliriz.”
Burada sözü edilen Masereel, 1889 ile 1972 yılları arasında daha çok Fransa’da yaşamış, Belçikalı bir ressam ve grafik sanatçısı. Zweig biraz abartmış, denebilir elbette. Ama bilgisel işlevin en uzağında görünen sanatlarda bile gerçek dünyanın bilgisine, onun ipuçlarına ulaşmanın mümkün olduğuna işaret ediyor.
Sanatın bu işlevi onu bilime yaklaştıran bir özelliktir. Ancak, bu noktada, sanatsal bilgi ile bilimsel bilginin farklılığını vurgulamak gerekir. Sanat hayatın akışı içindeki zengin deneyimleri iç içe geçirerek sergiler ve izleyicisinin ufkunu genişletir; insanın değişik dönemlerde ve değişik ülkelerdeki hayatına ilişkin bilgiler sunar ve gerçek dünyadan alınmış olayların, olguların özüne ışık tutarak onun ortaya çıkmasını sağlar. Sanat izleyicisinin önüne somutun zenginliğini getirir. Bilim ise somut olguları inceleyerek genellemelere ulaşmanın peşindedir; olguların var oluşunda, ilişkilerinde ve gelişmelerindeki ortak yanları, tekrarları ortaya çıkararak onların anlaşılmasını sağlayacak yasalara ulaşmayı amaçlar. Sanatsal bilgi hem bilişsel sürecin hem de elde edilen bilginin niteliği bakımından bilimsel bilgiden farklıdır.
Sanatın gerçekliği yeniden üretmesi imgeler aracılığıyla olur. Sanatsal imge pek çok hayatın ya da durumun bir tür özetidir; tek bir somut durumu temsil etmekle birlikte çok sayıda benzer duruma ilişkin ipuçları verir. Ayrıca, her imgenin bir duygusal bileşeni yahut öğesi bulunduğu için sanat eserleri izleyicilerinin duygularını da etkileyerek sevgi ya da nefret, hoşnutluk ya da hoşnutsuzluk, sevinç ya da üzüntü türünden duygusal tepkilere yol açar.
Sanat gerçeği yansıtır, ama onun bir kopyası değildir. Aristo şöyle diyor: “Şairin işlevi, gerçekte olanı değil, olabilir olanı, yani olasılık ya da zorunluluk olarak olması mümkün olanı betimlemek, anlatmaktır.” Buradaki “şairin” sözcüğü yerine “sanatçının” sözcüğünü koymakta sakınca yok.
Aydınlanma’nın büyük düşünürü Denis Diderot’yu da yanımıza alabiliriz. O da şunları söylemiş: “Övgüye değer bütün eserlerin, her açıdan ve her yerde, dünyada karşılıkları vardır. Övgüye değer olmanın koşulu bana şunu söyletebilmeleridir: Böyle bir olguya, ilişkiye, duruma, insana hiç rastlamadım şimdiye kadar; ama var olduğuna eminim.”
Sanatın izleyici üzerindeki etkileri konusunda bir tanıklığa daha başvurabiliriz. Bu kez başka birçok düşüncesini paylaşmamakla birlikte desteğini alacağımız kişi, İngilizcenin önemli şair ve yazarlarından biri olan T.S.Eliot. Burada Eliot şiir ve şairden söz ediyor; biz bunu da genelleştirerek sanat eseri ve sanatçı diye anlamakta önemli bir sakınca görmeyebiliriz: “Bir şiirin anlamı onu yazanın amacını aşabilir ve onun çıkış noktasının çok ötesine gidebilir. Bir şiir farklı okuyucular için çok farklı anlamlar taşıyabilir ve bütün bu anlamlar şairin o şiiri yazarken düşündüklerinden de farklı olabilir. Okuyucunun yorumu yazarınkinden farklı, üstelik aynı ölçüde geçerli, hatta daha da iyi olabilir. Bir şiirde onu yazanın fark edebileceğinden daha fazlası bulunabilir. Farklı yorumların tümü de aynı şeyin kısmi formülasyonları olabilir; aralarındaki belirsizlikler, şiirin sıradan konuşmanın iletebileceğinden daha az değil daha çok anlam taşıdığı gerçeğinden ileri gelir.”
Sanat ürünleri izleyicisinin bilincindeki bütün duyu ve akıl ile ilgili alanları harekete geçirir; onun geçmiş ve şimdiki yaşantılarını, orada oluşmuş birikimi canlandırır. Böylece izleyici sanat ürünü karşısında edilgen bir alıcı konumundan çıkar; o ürünün yaratılışı sırasında yaratıcısının yönelmediği ya da doğrudan doğruya yönelmediği amaçlara da yaklaşır, bambaşka kazanımlar edinir.
“Sıradan” insanların, “sokaktaki yurttaş”ın sanatsal etkinliklere hem izleyici hem de, mümkün kılınabiliyorsa, yaratıcı olarak katılımını sağlamak son derece önemlidir. Bu durumda entelektüel ve duygusal açıdan gelişecek insanların daha yaratıcı ve daha üretken olmaları doğaldır.
Öte yandan, üretkenliğin yükselmesi, üretim sürecinde yer alan “sıradan” insanların sanatsal etkinliklere çok daha fazla katılmalarının maddi temelini yaratır; çünkü, üretkenlik artışı bu insanların böylesi etkinliklerin katılımcısı olabilmeleri için gerekli olan boş, ya da bazı yazarların kullandığı deyişle, aylak zamanın çoğalmasına imkân verir. Ancak, kapitalizmde böyle bir imkân hem nesnel açıdan hem de öznel olarak son derece sınırlıdır. O toplumsal-iktisadi yapı, orada egemen olan insanların iradelerinden bağımsız olarak böyle bir imkân ya da kolaylık sağlamaz; ayrıca, o insanların iradeleri de böyle bir imkânın sağlanmasına izin vermez. Üretkenlik artışının, kapitalizm ve onun egemen sınıfı açısından birincil anlamı, sömürünün artırılmasıdır. Ortaya çıkan boş zaman ise yine önemli, ama ikincil bir anlam taşır. Ama kapitalizm geniş emekçi kitlelerin farklı kesimlerinde farklı ölçülerde ortaya çıkan boş zamana saldırmayı da ihmal etmez. İki yanlı bir saldırıdır bu: Bir yandan boş zamanı yeni bir kâr kapısına dönüştürmek için yeni iktisadi sektörler oluştururken, aynı sırada, baştan beri sözünü ettiğimiz sanatla pek az ilgili “organik” aydınları da kullanarak, emekçi insanların boş zamanlarında onları alıklaştırmanın ek araçlarını yaratır.
Oysa, sosyalizm açısından, üretkenliğin artışıyla ortaya çıkıp genişleyecek olan boş zamanın önemi, onun emekçi insanlar için insanın bütün yeteneklerini özgürce geliştirme çabasını da içeren hoş zamana dönüştürülmesidir. Bu noktada şöyle bir ilişkiler bütününü saptayabiliriz: Başka gerekliliklerin yanı sıra, boş zamanın artışının da temelinde yatan üretkenlik artışı, daha gelişmiş, daha yaratıcı insanların varlığıyla bağlantılıdır; öyle insanların yaratılmasında ise sanatın doğrudan ve dolaylı katkıları devreye girer; bu katkılarla daha gelişmiş, daha yaratıcı olan insanlar eliyle de üretkenlik ve boş zamanın artışı yeni boyutlara ulaşır. Böyle bir döngüden, daha doğrusu hep aynı düzlemde kalınmayacağı için, bir sarmaldan söz edebiliriz.
“Yeni insan”ın ya da “bütünsel insan”ın yaratılması, sosyalizmin hem hedefi hem güvencesi olacaktır. Boş zamanın hoş zamana dönüştürülmesi, o yaratma sürecinin temelindeki nesnelliğin başlıca öğeleri arasında yer alacağı için, sosyalizm açısından son derece önemlidir. Geçen yüzyılda bu yönde adımlar atıldığını, ama yarıda kalındığını, belki de yarıya bile varılamadığını biliyoruz. Nedenlerini de az çok biliyor sayılırız. Öyleyse, kayıplarımıza dövünmekle kalamayız, bildiklerimize güvenerek eksiklerimizi tamamlamak zorundayız, demektir.
Şimdi yazının başlığına bakıyorum da, bunlar bizim güncelliğimizin çok mu uzağındadır, diye sormaktan alamıyorum kendimi.