Çünkü Türk patronlar ve siyasi temsilcileri dahil, barış görüşmelerinin en önemli savunucularının bütün bu oldu bittinin arka planında ellerini ovuşturduğunu bilmek zorundayız.
Geçtiğimiz hafta ABD’nin önemli diyebileceğimiz dış politika dergilerinden birinde, Foreign Affairs’te, Rusya-Ukrayna savaşındaki barış görüşmeleriyle ilgili bir makale yayınlandı.
Türkçe çevirisini soL’da bulabileceğiniz bu makale daha savaşın başında başlayan görüşmelerin, Belarus ve Türkiye’deki toplantıların neden başarısızlıkla sonuçlandığını araştırmaya çalışıyor.
“Bazı ayrıntıları daha önce bildirilmemiş olan” anlaşma taslaklarına, isimleri verilmeyen yetkililerle gerçekleştirilen röportajlara kendi hikayelerini bütünleyecek kimi detaylar eklemeyi ihmal etmiyor makalenin yazarları.
Aslında makalenin başlığı bütün niyeti ortaya koyuyor: “Akamete Uğrayan Ama İlerideki Müzakereler İçin Ders Çıkarılacak Bir Diplomasinin Gizli Hikâyesi”.
Barış görüşmelerinin sözü geçen “ayrıntılar”ına başka kaynaklardan ulaşmak gayet mümkünken ve görüşmeleri kimlerin hangi amaçla sonlandırdığına dair sayısız yorum mevcutken ilginç bir zamanlamayla ortaya çıkan bu makalenin niyetini sorgulamak gerekiyor.
Çünkü neyin “gizli” olduğu giderek büyük bir soru işaretine dönüşüyor.
Aslında barışı neyin kötürüm bıraktığı bütün gazetelerde anlatılıyor. O zamanlar İngiltere Başbakanı olan Boris Johnson, İstanbul Görüşmeleri sonrası “sürpriz” biçimde Kiev’de ortaya çıkıyor.
Rus milyarder Roman Abramoviç’in de hazır bulunduğu görüşmelerden sonra üzerinde anlaşma yapılması muhtemel bir taslak ortaya çıkıyor. Johnson’ın Kiev ziyaretiyse, böyle bir anlaşmanın olamayacağını “haber vermek” üzere gerçekleşiyor.
Oysa, Ukraynalı müzakerecilerden biri olan Oleksandr Chalyi, Aralık 2023’te kamuoyuna yaptığı bir açıklamada, “2022 Nisanı’nın ortasında, savaşı bir barış anlaşmasıyla sonlandırmaya çok yaklaşmıştık” diyordu.
Bir noktada Rusya, ama zorunluluktan ama diplomatik kapıyı aralamak için, Kiev’i alma çabalarından vazgeçmek durumunda kalıyor, kuvvetlerini kuzey cephesinden çekiyordu. Ukrayna ise bu savaşın bir sonunun olmadığını görüyor ama ABD-İngiltere ikilisi tarafından “cesaretlendiriliyor”du.
Sonuç olarak, barışın hayale dönüşmesi için, Moskva savaş gemisinin batırılması yetmiyor, katliamlar ve dedikodulara AB ve NATO’dan akan milyarlar eşlik ediyordu.
Burada gizli bir şey yoktu. Ukrayna savaşı, istenen emellere ulaşılana, uygun dengeler yakalanana kadar devam etmeliydi. Johnson’ın Kiev ziyareti bunun ilanından başka bir şey değildi.
Öte yandan Rusya, ABD liderliğindeki NATO’nun “asıl hedefi” değildi. Hırpalanmış, hizaya getirilmiş bir Rusya ile masaya oturma zamanı geldiğinde ellerin temiz olması gerekecekti.
Ukrayna’nın başarısız geçen 2023 saldırısından, NATO’nun Baltık’a yayılmasından, Avrupa’daki aklı karışıklara silahın ve gücün kimde olduğu hatırlatıldıktan sonra bir tür ABD barışı hikayesinin tohumları atılmaya başlanabilirdi.
Rus gücünün sınırları belli olmuş, ama ekonomisinin uyum kabiliyeti de anlaşılmıştı. 2024 Mart’ı ile birlikte Putin yeni dönemine adım atıyordu. Aşağı yukarı aynı tarihlerde Papa Francis Ukraynalılara “Kremlinle görüşmekten utanmayın” diyordu. CIA Direktörü Burns ise “Ukrayna bu yılın sonuna kadar yenilebilir” düşüncesindeydi.
Bunların bir bölümünün “iç siyaset” malzemesi olduğu elbette doğru. Ama böylece, onlarca gazete tarafından yayımlanan ama büyük medya tekellerince sansürlenen, yokmuş gibi yapılan veya dezenformasyona uğratılan gerçekler havalandırılabiliyor, uygun başka bir hikayenin yolu yapılabiliyordu.
Zaten, bu iş için malzemesiz de değillerdi. Hatta bütün malzeme bizzat Putin tarafından verilmemiş miydi?
Abramoviç’in müzakerecisi olduğu bir süreç için bahane bulmak o kadar zor olmamalıydı!
Hatırlanacaktır, yaklaşık iki ay öncesinde Putin ile ABD’li sağcı gazeteci Tucker Carlson arasında gerçekleştirilen uzun mülakatın önemli bir bölümü, “Rusçu” tarih tezlerine ayrılmamış mıydı? Ukraynalı diye bir halk, Ukrayna diye bir ülke yoktu. “Ukrayna sorunu”nun müsebbibi Bolşeviklerdi, Lenin’di.
Bütün bu savaşın asıl sorumlusu yayılmacı NATO’ydu. Halbuki Sovyetler yıkıldıktan sonra NATO’ya girmek için can atanlar da kendileri değil miydi? Yeltsin’in sorumluluğu vardı da, “kandırılan” Putin’in hiç mi sorumluluğu yoktu?
Yani, Foreign Affairs yazarlarına göre, barış görüşmelerinde Rusya’ya güvenmeyen, bütün bir Avrupa’yı Rus tehdidiyle kamçılayan ABD’nin bir bildiği vardı!
Demek ki ortada büyük bir gizem yok. Gizli bilgi de yok. Ortada savaşa ve “barış”a dair kafa karışıklığı mevcut. Ve işin aslı, bu kafa karışıklığı oldukça planlı bir saldırının ürünü.
Burada sahte bir barışın, böyle bir barış hayalinin ancak savaşlar arası bir mola olabileceğini söylemek gerekiyor.
Çünkü Türk patronlar ve siyasi temsilcileri dahil, barış görüşmelerinin en önemli savunucularının bütün bu oldu bittinin arka planında ellerini ovuşturduğunu bilmek zorundayız.
Bruegel düşünce kuruluşundaki bir araştırmacı bunu belki de en dürüst biçimde ifade edenlerden biri oldu. Guntram Wolff, “Ukrayna'da fabrika kurmanın hem düşük üretim maliyetleri ve güvenli talep ile hızlı bir pazar hem de teknik yenilikleri test etme şansı sunduğunu” söylüyordu.
“Orada ne üretirseniz üretin, yerel askeri uzmanlarla birlikte çalışarak en yeni sistemleri geliştirebilir ve test edebilirsiniz. Gerçek bir iş olanağı. Burası bir laboratuvar gibi.”
Askerlerin can verdiği, milyonların korkuya sefalete ve çaresizliğe ittirildiği ama küçük bir azınlığın zenginliğine zenginlik kattığı bir “laboratuvar"...