Nedir özgünlük? Bunun yanıtı bugün zordur ve bu iyi bir şeydir. Çünkü bu düzenin değişmesi ve başka bir düzenin kurulması için de "özgün" bir olanağa kapı aralamaktadır.

Türkiye’nin bir rejimi var mı?

Artık adettendir, Türkiye’de her seçim “rejim değişikliği”nin ne noktasında olduğumuzla ilgili tartışmaları alevlendirir.

Rejimden ne anlıyoruz? Anayasa, devlet, partiler, kurumlar bu işin tam olarak neresindedir? Bu soruların kapsamlı yanıtlarını başka bir “uzun yazı”ya bırakıp şimdilik kısa notlarla ilerleyebiliriz.

Öncelikle, 2023 Mayıs seçimlerinin, parti kurma ittifaklar ve parlamento paylaşımlarının ardından, en az beş senedir devam etmekte olan bir öyküye nokta koyduğunu söyleyebilir miyiz?

Liberaller tahlil yapabiliyor

Millet İttifakı’nı gerçek bir şeymiş gibi göstermek, AKP karşıtı duyguyu sahte bir parlamenter umuda seferber etmek için yıllarını veren liberaller için bu hikayenin sonuna gelinmiş gözüküyor.

Bekir Ağırdır bu hikayeyi şöyle özetliyor:

Son on yıldır siyasette ve seçmende iktidar yandaşlığı-karşıtlığı ekseninde bir siyasi kutuplaşma yaşanıyordu, şimdi iktidarın yeni bir hamlesiyle karşı karşıyayız. İktidar, Erdoğan öncülüğünde büyük sağ koalisyonu hedeflemiş durumda. Amaç tüm sağ, milliyetçi, muhafazakar partileri bir araya getirmek, modernlerin ve Kürtlerin bir kesiminin partileri olarak CHP’yi, TİP’i ve DEM’i yalnız bırakmak.1

Ali Yaycıoğlu ise bakın ne diyor:

2024 itibari ile Türkiye’nin parlamenter demokrasiye dönme ihtimali kalmadı. Herkesin hesabını bu amorf başkanlık sistemine göre yapmasında yarar var. (…) Ama aslında tam bir rejim değil bu. Rejim olmaya çalışan, ama bunu başaramayan, sürekli dönüşüm içinde, amorf bir doku.2

“Restorasyon ihtimali bitti artık gerçeklerle yüzleşelim” diyen Yaycıoğlu’nu en azından bu “ayıklığı” için kutlamak gerekiyor. Ama günaydın! “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” neydi ki şimdi ne oldu?

Artık yeni pozisyonlarına mevzilenebilirler. Kurumsallaşma yolunda ilerleyen yeni rejimin “otoriterliğini”, hatta “otoriter devlet geleneği”ni keşfederek yeni 5 yıllık planlarında yola koyulabilirler; ilk iş olarak da “yalnız bırakılan” CHP’yi, TİP’i ve DEM’i o yalnızlıktan kurtararak başlayabilirler.

Peki rejim gerçekten kurumsallaşıyor mu?

Ortada bir “rejim” olmadığı doğru. Ya sonrası? Sonrası için alternatiflere bakmak gerekiyor. Yerel seçimlerden sonra Türkiye’yi iki alternatif bekliyor gibi gözüküyor: 

1. Parlamento muhalefeti bu seçimden İstanbul ve Ankara başta olmak üzere başını dik tuttuğunu gösteren bir “başarı”yla çıkar. Böylece “sağ koalisyon”un yeni sınırları belediyeler üzerinden çizilmiş olur.

2. Zaten zayıf olan düzen muhalefeti kendi gerçekleriyle yüzleşir ve AKP, parlamentosuyla, belediyeleriyle, devlet kurumları ve medyasıyla başka bir sınır tayini gerçekleştirir.

Buna göre, rejim de muhtemelen bu sınır mücadelesinin bir ürünü olarak şekillenecektir…

Oysaki burada her şey “yolunda” gibi gözükmektedir. Dahası ortada gerçek bir mücadelenin izi dahi yoktur. Siyaset arenasında birtakım kaymalar ve yeniden şekillenmeler yaşanmaktadır o kadar.

Türkiye’nin siyasi rejiminin değiştiği şüphe götürmemektedir. Ancak bu değişikliğin neresinde olduğumuzu anlamak için “rejim”in ötesine bakmak gerekmektedir.

Rejim mi düzen mi?

“Rejim”, marksistler için çoğunlukla “düzen” kavramının bir ifadesi olmuştur. “Ancien régime” derken bile hep “eski düzen”i anlamıştır marksizm.

“Türkiye’nin düzeni”ndeki düzen ise karmaşık siyasal, ideolojik, ekonomik ve kurumsal ilişkilerin genel yönü anlamına gelmiştir.

Böyle bir düzen 1950’liler, 60’lar, 70’ler ve hatta bazı açılardan 80’ler için bile görece açıktır; içinde yaşanılmasına rağmen, gündelik değişimlerin hızına baskın çıkan bir yön tarif edilebilmektedir.

Düzen demek, rejimden ibaret olmayan bir “yeniden üretim” demektir. Türkiye’de sermaye iktidarı kendi uzun dönemli çıkarlarını, sürekliliğini hangi kanallar üzerinden yaratmaktadır? Ordu, üniversite, parlamento, anayasa vb. bunun içerisinde anlamlanır.

“Cumhuriyet mitingleri” ve 2010 dönemecinde Cumhuriyet Gazetesi’ne konuşan Süleyman Demirel bunu “en iyi bilenlerden” biridir:

“Siyasetin bu haliyle Türkiye’yi götüremeyiz. Ve siyasetin başladığı yerde siyasi parti bitiyor. Esas siyaset onun altında. Siyaseti halka indirmeye mecbursunuz.” (29 Nisan 2007)

“Kimse kimsenin amiri değildir, işler bir düzen içinde yürütülecektir, bunu yaparken kurumların başındakiler benden olsun derseniz bu başka iştir. Otur deyince otursun kalk deyince kalksın derseniz bu, devleti ele geçirme hadisesidir” (10 Ocak 2010)

Öte yandan, siyaset demek çatışma demektir, siyaset kurumu ise doğası gereği anlaşmazlıklar üzerine kuruludur. Ama pek de bugünkü gibi değil… Çünkü gerçekte anlaşmazlıklar Türkiye’nin düzenine dairdir.

Politikalar vardır bir de sınıflar

Darbelere, krizlere ve tutmayan rejimlere rağmen Türkiye’nin geçmişinde böyle bir düzen görmek mümkündür.

Sermaye birikiminin hangi kanallar üzerinden gerçekleşeceği; tarım, iç pazar, ithal ikamecilik, planlama, kalkınma, dışa açılma, özelleştirme gibi “projeler” hep burada anlam kazanır.

Siyasetin halka inmesi demek, bütün bu politikalar içerisinde, söylem veya politika düzleminde ama, bazı sınıfsal ayrımların gözetilmesi de demektir.

Gözünüzü kapatıp aklınıza getirdiğinizde, Adnan Menderes’in bir toprak zengini, Ecevit’in “halk adamı” veya Özal’ın “şişman patron” olarak canlanması tesadüf değildir.

Öyle ya da böyle ama, Türkiye’nin düzenine, uzun dönemli alternatiflerine dair benimsenenler canlı siyasi ayrımlar ve rekabet yaratabilmiş, “halka inebilmiştir.”

Podyum siyaseti ve radikalizm

Halbuki geçtiğimiz beş yıla damgasını vuran ittifaklar, partiler, liderler ve programlar arasında geçmiştekinin kırıntısı dahi yoktur. Geçmişteki iyiydi diye değil ama bugün “siyasetin başladığı yerde siyasi parti bitmiştir”.

Herkesin birbirinin bir kopyası olduğu ve ufak makyajlarla ilerleyen siyaset, ısrarla yapısal olana değil günlük ve geçici olana odaklanmayı zorlamaktadır. Yani günlerimiz türlü adaylarla, türlü projelerle, ekranlarda edilen laflar ve atılan twitlerle uzayıp kısalmaktadır. 

Sağın ve solun ne olduğuna dair fikir kaybolmuş, “siyasetin halka inmesi” zorlaşmıştır. En az bunun kadar önemlisiyse düzen siyasetinde Türkiye burjuvazisine sunulacak programa dair doğru düzgün bir farklılığın kalmamasıdır.

Başkanlık sisteminin farklı varyasyonları, parlamentonun rolü, ittifaklar siyaseti ve koalisyonlar gibi başlıklar “Türkiye’nin düzeni” açısından doğru düzgün farklı bir almaşıkla karşımıza çıkmamaktadır.

Büyük burjuvazisi “benim programım tamam, gerisine karışmıyorum” demenin sancılarını mı yaşamaktadır?

Türkiye siyaseti kendi karakterini aramaktadır. Türkiye kendi muhalefetini aramakta, ancak bulamamaktadır. Ve siyasetin bu haliyle halka taşınması mümkün değilse, siyasetin “yüzeyi” radikalize edilmelidir.

Demek ki siyasette “kontrollü patlamalar”a ihtiyaç vardır.

Siyasetin güneşi yeniden ateşlenmelidir

Bu ateşin kaynağı nedir?

Aşkın Süzük Gelenek dergisinin 162. sayısındaki yazısında meseleyi şöyle özetliyor:

“Rahmi Koç 2004 yılında bir gazeteciye Başkanlık Sistemi tartışmaları ile ilgili yaptığı açıklamada, Winston Churchill’in ‘Demokrasi en fena idare tarzının en iyisidir. En iyi idare tarzı diktatörlük. Akıllı diktatörlüktür’ sözlerini hatırlatmış ve “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama, bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi. Bu sistemde, hukukunuzun çok iyi çalışması lazım.” demişti. 
Bu sözlerin ve daha sonra CHS ile ilgili sermaye sınıfı sözcülerinin yaklaşımlarının özü şudur: Başkanlık sistemi aslında patronlar için idealdir ancak ‘iyi işleyen’ bir hukuk sistemi ve daha genel olarak ‘denge ve denetleme mekanizmaları’ ile Başkan’ın dizginleri patronlarda olmalıdır.”

Koçların 12 Eylül övgülerinden de bildiğimiz gibi, geçmişte bu denetleme mekanizmalarının kaynakları oldukça geniştir.

Ordu, üniversiteler ve medya Türkiye’nin düzeninin almaşık sorununu çözmek konusunda imdada yetişmiştir. Meclisin göreli canlılığı da buna eklenir.

Politika kaynaklarından “yoksunlaşan” sermaye sınıfının dizi prodüksiyonlarına, futbol tribünlerine, İmamoğlu türü siyasetçilere koşuşturması bir tesadüf değildir.

Sanırım en önemlisi de Bekir Ağırdır’ın ipucunu verdiği “sol koalisyon” olacaktır.

Peki bütün bunlar “Türkiye’nin düzeni şudur” demeye yetecek midir?

Abdülhamitçilik ile Özalcılık arasında salınan düzen

Yetmediği yerde, Özdağ tipi aşırılıklara daha çok ihtiyaç duyulacaktır. 

Ancak Türkiye’nin önünde başka bir sıkışma daha vardır. Bu sıkışma “Türkiye’nin özgünlüğü”nün nereye yerleştirileceğinden veya nasıl keşfedileceğinden ileri gelmektedir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk döneminde, bu özgünlük kuruluş felsefesinden okunabilmektedir. Kendini Batıya zorla kabul ettiren ama kendi yerini de orada gören bir ülkedir Türkiye. Bağımsızlığı, hassas dengelerin ama gerçekçi bir bakışın ürünüdür.

İkinci Savaş ile birlikte bu özgünlüğün NATO’nun içerisinde bir yerde kurulmasına uğraşılır. Bu özgünlük, zamanla, komünizmle mücadelede ve Sovyetler Birliği’nin kuşatılmasında yeniden yaratılır.

Sermaye sınıfı kendi düzeninin almaşıklarını bu özgünlüğün çitlerinden fazla uzaklaşmadan yaratmak istemiş veya buna mecbur kalmıştır ama Sovyetler Birliği’nin olmadığı dünya beraberinde bir kimlik sorunuyla gelmiştir.

Türkiye’nin düzeni bir yandan neoliberalizmin, diğer yandan emperyal oyuncu olma hevesinin gerekleriyle kendi özgünlüğünü kurmaya çabalamıştır. Kısa süren “tek kutupluluk” ortadan kalktıkça ve bugünkü kaotik dünyaya yol alındıkça Türkiye artık kendi özgünlüğünü nerede kuracağı sorunuyla “baş başadır”.

Ve bundan böyle demirlenecek bir ABD, demirlenecek bir AB ortada yoktur. Özal cinsinden bir macera fazladır ama Abdülhamit cinsinden bir denge politikacılığını da Türkiye kapitalizminin geniş gövdesi kaldırmamaktadır.

Türkiye’nin kendi özgünlüğünü geçmişte olduğu gibi, Sovyet sınır karakolu olmaklığı üzerinden satabilecek durumu da yoktur. Ve fakat bu dünya sandığı kadar “sahipsiz” de değildir. Yani bu özgünlük kurma işi bayağı bir "mesele"dir. Yani Erdoğan’ın “dünya beşten büyüktür”ünde Türkiye’ye özgü bir şey bulmak bir o kadar zordur.

Türkiye ilk başlarda kendi bölgesinde ilericiliğiyle, barışçılığıyla, laikliğiyle, cumhuriyetçiliğiyle parlamıştır. Sonra NATO’nun en kıymetli karakollarından biri olmaklığıyla. Daha sonraysa emperyalizmin planlarının önemli taşeronu olarak. Bunlar bir bakıma “özgünlük”tür.

Peki nedir bugünün özgünlüğü, bunu anlayabilenimiz var mı? Savaş çıkarması mı? Ekonomik büyümesi mi? Diplomatik aracılığı mı? Jeopolitik konumu mu? Büyüyen ekonomik gücü mü, yoksa zaafları mı?

Belki de Mehmet Şimşek gibilerini posta elemanı olmaktan bir adım ötede tutabilen şey, Batı sermayesinin de açmazlar içerisinde yuvarlanmasıdır.

Nedir özgünlük? Bunun yanıtı bugün zordur ve bu iyi bir şeydir. Çünkü bu düzenin değişmesi ve başka bir düzenin kurulması için de "özgün" bir olanağa kapı aralamaktadır.