İktidarların karar ve uygulamalarıyla eylem ve söylemlerinin niteliğini betimleyen en uygun sözcükler, genelde gerici ya da piyasacı sözcükleri oluyor. Piyasacı uygulamalar Küba hariç genellikle tüm dünyada yaygın olduğundan, her ülkede gerici uygulamalar piyasacı uygulamalardan daha çok göze batıyor.
Kimilerinin bazı uygulamalara neden gerici dendiğinin ve gericiliğin toplumsal yaşama getireceği olumsuzlukların da pek ayrımında olmadıkları görülüyor. Bu bakımdan belki de öncelikle gerici sözcüğünün ne anlama geldiğine arada bir değinmek gerekiyor.
Türk Dil Kurumu 2006 tarihli baskısında gerici ifadesini, “toplumda çağdaş değerlere ve yeniliklere önem vermeyen, her yönüyle eskiyi özleyen veya eski düzeni yaşamaya çalışan (kimse veya görüş), ilerici karşıtı, mürteci” olarak tanımlıyor. Ancak bu tanım gericiliğin tehlikeli boyutunu pek ortaya koymuyor. Çünkü bir kişinin eski düzeni yaşama çabası, toplum için pek bir tehdit oluşturmuyor. Bu bakımdan Emre Kongar’ın bir yazısında “toplumların elde ettiği kazanımları geriye götürmek, durdurmak ya da bu yönde düşünüp çaba gösterilmesine gericilik” demesi daha kapsayıcı bir tanım oluyor.
Dua edene, namaz kılana, oruç tutana, camiye/kiliseye/havraya gidene gerici denmiyor. Başkalarının da, kendisi gibi, namaz kılmasına, oruç tutmasına, camiye/ kiliseye/ havraya gitmesine çalışanlar gerici oluyor. Çünkü bu tür çabalar, insanları namaz kılma/kılmama, oruç tutma/tutmama, camiye/ kiliseye/ havraya gidip/gitmeme özgürlüğüne müdahale anlamına ve bu özgürlükleri kısıtlama anlamına geliyor. Çünkü tarihsel süreçte, geçmişte doğal karşılanan pek çok anlayış ve uygulama, zaman içinde bilimsel bulgular gerçekleri ortaya çıkardıkça, laiklik anlayışı ve insan hakları benimsendikçe insanlığın yararına olacak şekilde değişmiş bulunuyor.
Örneğin Sümerlerde ve Mısırda başlayan köle uygulaması, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç semavi dinde de yer alıyor. Binlerce yıl süren köle ticareti, ancak insancıl değerler gelişmeye ve kabul görmeye başladığında, Danimarka’da 1792’de, ABD ile İngiltere’de 1807’de ve Osmanlı’da da 1847’de yasaklanıyor. Dünyada en çok köle kullanmış ülkelerden biri olan ABD, 1776 Bağımsızlık Bildirisi’nde insanların eşitliğinden söz etmişse de, köle uygulamasına ancak 1865’te son veriyor. Milletler Cemiyeti de, 1926’da köle uygulamasını yasaklıyor. Bu nedenle IŞİD benzeri oluşumları savunmak, günümüzde gericiliğin daniskası oluyor.
Geçmişte pek çok toplumda, okula gitme, yönetici olma, birden fazla eşle evlenme, zina yapan eşini boşama, seçme ve seçilme hakkı gibi erkeklere verilen haklar kadınlara verilmiyordu. Bazı ülkelerde iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına eşitti. Erkek çocuklara 2 birim miras bırakılırken kız çocuklara bir birim miras bırakılıyordu. İnsancıl anlayışlar gelişip kabul gördükçe ve toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışı yaygınlaştıkça erkeklere verilmiş olan haklara kadınlar da sahip oldu. 1900’lere kadar kapalı giysiler giyen kadınlar, daha sonra etek, kolları açıkta bırakan giysiler ve mayo giymeye başladı. Erkeklere mahsus olduğu düşünülen işlerde ve sportif alanlarda günümüzde kadınlar da çalışabiliyor. Pek çok ülkede, bizde de olduğu gibi kadına kürtaj olma hakkı da tanınıyor. Dolayısıyla kadınların kazanılmış haklarına göz dikilmesi gericilik oluyor. Bu bağlamda ilk ve ortaöğretim öğrencilerinin Cumhuriyet döneminde kullanmaya başladığı giysilerin yasaklanıp türbanın serbest bırakılması da.
Bilindiği gibi Ortaçağda, hemen tüm ülkelerde dini eğitim yaygındı. Yaşamı kolaylaştıran bilimsel bulgular-gerçeklerle ilgili bilgiler- çoğaldıkça, bu bilgilerin genç kuşaklara öğretilmesi gereksinimi doğdu. Gerçeklerle ilgili bilginin inancı ne olursa olsun herkesin yararına olduğu ve insanların özgürleşmesine yol açtığı anlaşıldıkça, inanç bilgisine duyulan gereksinim azaldı. Bilimsel bilgiler artıp insancıl düşünceler geliştikçe insanların aklını kullanması da yaygınlaştı. Din adına yapılan savaşların anlamsızlığını kavrayan insan aklı, inançlara eşdeğerde davranıldığında toplumların huzur ve barış içinde yaşama olasılığının artacağını kavrayınca laik anlayışı benimseyip uygulamaya başladı. Savaş yerine barış geçerli değer oldu. Dolayısıyla hangi inançta olursa olsun laik ve bilimsel eğitim hem bireyin hem de toplumların kazanılmış hakları oluyor. Laik ve bilimsel eğitimden dönmek, gericilik olduğu gibi bireyin özgürleşmesini engellemek anlamına da geliyor, bağımsız olan bir ülkenin bağımsızlığını kaybetmesine benziyor. Bu bağlamda üniversitelerin 1946 yılında kazandıkları özerkliğin ellerinden alınması da. Anayasasına göre kuvvetler ayrımının geçerli ve egemenliğin kayıtsız şartsız halkın olduğu bir sistemden cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesi ise gericiliğin daniskasıdır.
Tabii bu arada, örneğin sendikalaşma, toplu sözleşme, haftalık ve yıllık tatil ile her yıl iki kez zam alma gibi emekçilerin kazanılmış haklarına karşı olan piyasacı girişimler de, aynı zamanda gerici nitelikte oluyor.
Kazanılmış haklar, ancak örgütlü olarak savunuldukça hak olarak devam ediyor. Yoksa bu haklar, toplumsal cinsiyet eşitliğinin güvencesi olan İstanbul Sözleşmesinden çıkılması gibi bir anda yok olabiliyor.