Boşuna söylememişti bizim Metin: Borsadaki başka, arsadaki başkadır, ilki çirkin, ikincisi güzeldir.
Upuzun tatil günlerinde, üstelik de sıcaklar bastırmışken öyle çok ciddi, bir o kadar da asık suratlı yazılar pek okunmaz. Böyle düşünür, hemen ardından gelen, “hangileri okunuyor ki…” yazıklanmasıyla devam ederken, Serdal Bahçe’nin futbolun ne kadar “ulusal” olduğunu irdeleyen yazısı Hızır gibi yetişti. Öyle der halkımız, hatırlamış ve kullanmış olalım.
Salı günü şu Avrupa Uluslar Kupası üzerine yazmıştı Serdal. Eski adı buydu galiba. Şimdi başka bir ad koydular. UEFA üyesi federasyonların ulusal takımlarının katıldıkları, bir ay boyunca, bazen günde üç maça çıkan karşılaşmaların yapıldığı, dolayısıyla Serdal’ın “futbol aşıkları” dediği tutkunları bile seyretmekten bıktıran turnuva…
Mesleki bir alışkanlık denebilir, birtakım sayısal göstergeler de türetmiş yazarımız. Sonunda, şuraya varıyor: “Demek ki “ulusallık” artık sermaye birikimiyle, para ile ilgiliymiş. Ne kadar zenginsen o kadar ulusal olabiliyormuşsun. Aksi takdirde lejyonerlerden oluşan bir garip ulusal takım kurmak zorunda kalıyorsun işte.”
Geliştirdiği argümanlara da ulaştığı sonuçlara da katılıyorum. Ama geçerken değinip üzerinde durmadığı bir düşüncesine katılmakta zorlanıyorum. “Üstelik ilk dört günde yapılan maçlardan hareketle şunu söyleyebilirim, futbol kalitesi olarak müthiş bir şampiyona olacak gibi.” demiş daha yazının başında. İzleyen günlerde durum değişirse, bilmem. Ama ilk karşılaşmalar, bolca koşuşturma ve mücadelenin sergilendiği bölümler de olmakla birlikte, pek umut vermiyor.
Buradan hareketle gelmek istediğim, bu oyunun dünyada yayılmadık yer bırakmadan dev bir endüstriye dönüşürken, seyredilmeye değer olmaktan git gide uzaklaşması. Bunun için bütün o uluslararası örgütler sözüm ona bir yığın adamı işe koşsalar, birtakım değişiklikler yapmaya çalışsalar da “güzel oyun”u, sıkıcı ve bıktırıcı bir gösteri olmaktan kurtaramıyorlar. Bunda şaşılacak bir yan yok; çünkü, isteyen toptancı bir yargı deyip burun kıvırabilir, kapitalizmin herhangi bir şeyi güzelleştirecek ne niyeti ne de gücü kalmıştır artık. Ayrıca, “Ne zaman oldu ki?” sorusu da çok yerindedir. Bu oyunla ilgili güzellikler ise kapitalist ekonominin buradaki fırsatları fark edip kolları sıvamasından önceki zamanlara aittir; bizim Metin Kurt’un deyişiyle “borsada değil, arsada” oynandığı zamanlara…
Teknik denebilecek ayrıntılara girebiliriz biraz.
Bir kez, bedensel kapasiteleri geliştirmeye yönelik tekniklerle hazırlıkların bu kadar geliştiği, dolayısıyla oyunun hızının ve sert fiziksel temas olasılıklarının bu kadar arttığı bir zamanda, oyun alanının genişletilmesi imkânı da yokken, oyuncu sayısının azaltılması üzerinde durulabilir. Bunun hem oyunun bir gladyatör kapışmasına hem de, futbola ilgisi topu görünce bomba diye karakola ihbar etmenin ötesine geçmeyen ahalinin ağzıyla söylenirse, “bir topun peşinde yirmi iki deli” benzetmesini haklı çıkaran karmakarışık bir koşuşturmaya dönüşmesini önlemek bakımından katkısı olacaktır.
Seyir zevkinin artırılması önemliyse eğer, oyuncuların kolektif ve bireysel yetenekleri ile bunları sergileme biçimlerini zenginleştirmelerini kolaylaştıracak alanların genişletilmesi üzerinde durulmalıdır. Bu bakımdan “ofsayt” kuralında uygun değişiklerin yapılması gerekir. Sözgelimi, futbol alanında orta çizgi ile kaleler arasındaki alanın ortasına bir “ofsayt çizgisi” çizilerek ofsayta düşmeden oynanabilecek alanın genişletilmesini hep düşünmüşümdür.
Öte yandan, oyuncuların birbirleriyle giriştikleri mücadelelerdeki gereksiz ve aşırı teması önleyici, böylece futbolun hem güreş türü sporlarla benzerliğinin hem de sporcu sağlığını tehdit edici yanlarının azaltılmasına yarayacak biçimde hakemlik uygulamalarının standartlaştırılması gerekir. Bugün en küçük kasıtsız dokunuşlara izin vermeyen hakemlerle neredeyse tekme tokat boğuşmaları “oyunun gereği” sanan hakemlerin düdük çaldıklarına tanık oluyoruz. Örnek olsun diye yazalım: Futbolun beşiği ya da anayurdu olduğu ileri sürülegelmiş İngiltere’nin ilk ve tek şampiyonluğunu kazandığı 1966 Dünya Kupasında, İngiliz takımının Wilson adındaki sol bekinin başlattığı yerde kayarak müdahale, faul sayılmamış ve sonraki yıllarda futbol oynanan her yere yayılmıştı. Bugünse aynı hareket çok daha seri, hızlı ve sakatlayıcı biçimde yapılıyor, belki 90 dakika boyunca onlarca kez, pek çok sakatlığa yol açılıyor, üstelik çoğu için herhangi bir ceza vuruşu kararı bile verilmiyor. Bunun yetenekli oyuncuların seyre değer ince çalımlarla sıyrılışlarını hoyratça engelleyici yanı da cabası…
O Dünya Kupasından söz etmişken, Abidin Dino imzasını taşıyan unutulmaz belgesel “Gol” filmini anmamak olmaz. Yaklaşık 2 saat uzunluğundaki bu harika belgeseli, yaratılışından sonra çok gecikmeden ülkemizdeki sinemalarda izlemiştik. Benim izleme sayım birden çoktur, iki midir üç müdür, o kadarını hatırlamıyorum.
Buradan devam edersek, bugün futbol için az önce kullandığım gladyatör dövüşü deyişinin çok da abartılı olmadığını çarpıcı biçimde anlatan görüntüler de vardı o filmde. Artık iyice çığırından çıkan bu durum, futbol oyununun asıl güzelliğini sağlayan kolektif ve bireysel becerilerin sergilenmesini, çoğu kez vahşi biçimde, engelliyor. Bir zamanlar bizde “futbol erkek oyunudur” diye saçma sapan bir özdeyiş yerleştirilmişti. O hayvancıklardan özür dileyerek söylersek, her türlü ayılığı haklı göstermek için dile getirilirdi. Oysa, artık kadınlar da futbol oynamaya başladılar, üstelik pek güzel oynuyorlar. Bununla birlikte, sektörün oraya da el atması yakındır. Belki çoktan el atmıştır da benim haberim yok!
Tribünlerin epeyce eskiden gelen bir haykırışı vardır; “vur, kır, parçala, bu maçı kazan” diye bağırılır. Bu haykırışta belirginleşen kazanmak için ne vahşet gerekiyorsa yapma çağrısının uzantısı olarak bütün kurallar ile düzenlemelerin kazanmayı en meşru amaç durumuna getirmek üzere ortaya atıldığını görüyoruz. Bunun “önemli olan kazanmak değil, yarışmak” türünden ikiyüzlülüğün doruğundaki sloganlar eşliğinde karşımıza çıktığı ise hemen akla gelmiştir sanıyorum.
Bunu der demez, bahis ve kumar alanına girmiş oluyoruz. Futbolun yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde, hem yasal hem yasadışı bahis oyunlarının başlıca araçları arasında yer aldığı artık gizlenemez durumda. Bizim ülkemizin kendi halindeki bir ilçe kulübünden tutun dünyanın en zenginleşmiş yıldız oyuncularına kadar herkesin rol aldığı, büyük paraların döndüğü ve bunlardan ancak pek küçük bir bölümünün dillere düştüğü, çok daha küçük bir bölümününse kovuşturma konusu olabildiği biliniyor. Boşuna söylememişti bizim Metin: Borsadaki başka, arsadaki başkadır, ilki çirkin, ikincisi güzeldir. Paralar saçılmış, işin içine dini bütün petrol şeyhleriyle halklarının mirası zenginliklere el koyup babalarının malı gibi harcayan Rus oligarklar da girince, her şey zıvanasından çıkmıştır.
Neyse, konunun bu yanını bırakıp yeşil çimler üzerinde oynanan oyuna dönelim yeniden.
Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi oyuncuları arasında yer alan ve futbol üzerinde düşünmeyi de bilmiş Johan Cruyf’a sormuşlar, sizce en güzel gol hangisidir diye. Şöyle yanıtlamış: Takımın her oyuncusunun topla bir biçimde oynadığı ve golü atanın topa kale çizgisi üzerinde vurduğu goldür. Böyle yaklaşan futbol adamları olduğu kadar, gol yememek için ceza alanının önüne otobüs çekip oyunun her türlü güzelliğini engelledikten sonra atacağı bir golle kazanmayı amaçlayan futbol adamları da olmuştur. Bu ikincilerin arasından en çok sivrilmiş olanı ülkemize geldi sonunda. Fenerbahçeli kardeşlerimiz sevindirik olmuş görünüyorlar. Ne diyelim, hayırlısı olsun! Lakin, kulakları çınlasın, son günlerde sahaf sahaf dolaşan bizim Yusuf Şaylan’ın bey demekten vazgeçmediği Aziz Yıldırım’ın iki başkan adayından biri olduğunda söylediği gibi “Fenerbahçe holdinglerin kulübü mü yoksa halkın kulübü mü olacak” sorusu önemlidir. Ancak, Yıldırım’ın sorusunu biraz düzelterek yanıtlamak gerekir: Milyonlarca emekçinin sevinçleriyle üzüntülerini etkileyen futbol kulüplerimizin irili ufaklı kapitalistlerin oyuncağı durumundan kurtarılması ortak dileğimiz olmalıdır.
Bu yazı oyunun son görünümüne benzemeye başladı. Kesiklilik ağır basıyor. Güzellikler de hiç yok değil, ama kesik kesik; çabucak kesiliyor, yerini çirkinlik alıyor. Bu sözcük biraz ağır kaçtıysa, zevzeklik de diyebiliriz.
Şuraya gelmek istiyorum: Nerede boş bir arsa bulsak, girerdik. Aramızdan iki kişi, daha doğrusu, iki takımın olası ya da belirlenmiş kaptanları, sırayla birer kişi seçerek takımları oluştururdu. Ardından dört tane irice taş bulurduk. İkisini arsanın bir ucuna, ikisini öbür ucuna uygunca yerleştirerek kaleleri kurardık.
Ne maçlar olurdu ama!
Oynayan herkes kolektif hakemdi. Bütün kararlar ortaklaşa alınırdı. Üstelik, sanılabileceğinin tersine, bu yüzden çok fazla itiraz ve zaman kaybı da olmazdı. Yalnız, top direk yerine kullanılan taşlardan birinin üstünden geçip giderse, gol olup olmadığı uzunca tartışmalara yol açabilirdi. Yine de sonunda, genellikle hücum eden taraf “tamam tamam, hamam parası olsun” diyerek gol ısrarından vazgeçerdi. Bunun anlamı, maçtan sonra gidilecek hamamın ücretini biz vermiş olalım, demekti. Oysa, maç bittiğinde kimse hamama falan gitmez, herkes evine yollanırdı, imkânı olan orada duşunu alırdı.
Gerçi bazı haksızlıklar da olmaz değildi. Örneğin, topun sahibinin hiç kaleye geçmeme ayrıcalığı vardı. Bu ayrıcalığı kullanmayan bir top sahibine rastlamadım. Kimse kaleye geçmek istemezdi, çünkü kalecilik zor işti, gol yemekse ne kadar hatasız olsan da küçük düşürücüydü.
Yine de bunun köklü bir çözümü vardı. Herkes biraz para verir, ortak bir top alırdık. Böylece mal sahibinin ayrıcalığı, başka bir anlatımla, özel mülkiyetin egemenliği ortadan kalkardı. Ondan sonra, ya herkes sırayla kaleye geçer, ya da zamanla en iyi kaleci olduğu konusunda görüş birliğinin oluştuğu her kimse, o sürekli kaleci olurdu.
İşte arsadaki futbol böyleydi. Güzelliğine diyecek yoktu.