Sermaye sınıfı yerleşme döneminin ihtiyaçlarını karşılayan ideolojik mekanizmaların eksikliğini hissettikçe bu açığı siyaset dünyasındaki manevralardan ve liderlerden kapatmaya çalışıyor.

Kartelleşme

Türkiye’deki siyasi partilerin listesine bakan birinin aklından ilk ne geçebilir?

Düşüncem, oy oranları falan değil, bazı partilerin nasıl olup da hâlâ yaşıyor olduğu yönünde.

Geçelim bütün partileri ve hadi “seçim yeterliliği” denilen şeyi baz alalım. 40’a yakın partinin neredeyse tamamı aynı kadrolar ile hayat bulmuş veya yaşam destek ünitesine bırakılmış gibi gözükmektedir.

Amacım bu düzenin kıstaslarıyla konuşmaya başlamak değil; tersine, Türkiye siyasetinin “İllegal Hayatlar” filmindekinin de ötesine taşan bir karakteristiği olduğuna dikkat çekmek.

Türkiye siyasetinin henüz bozulmayan bir kuralı var. Düzen siyaseti kolay siyasetçi harcıyor. Çünkü Türkiye kapitalizmi hâlâ büyük ölçüde siyaset dünyası denilen “dar” alandaki manevraların yüzü suyu hürmetine ayakta kalıyor. 

Siyasete enerji katan fırsatçılığı, hırsları, egoları, hatta kaldığı kadarıyla ideolojileri bir kenara bırakalım. Her siyasetçi bu dünyada bir yandan kendisine açılan fırsatları değerlendiriyor, ama diğer yandan belli bir işlevi yerine getirerek kendi sahnesini oynayıp yedek kulübesine çekiliyor. Bu, kitlelerin gazını almak da olabilir, kitlelere yem olmak da; AKP'ye "ılımlı" bir görüntü vermek de, CHP'yi "Yeni CHP"ye dönüştürmek de...

Ama örneğin neden hâlâ Abdullah Gül'ün, Kılıçdaroğlu'nun veya Tansu Çiller'in adını duyuyoruz? Medya baronları mı, siyaset magazini mi veya kirli ilişkileri mi bu isimleri canlı tutuyor?

O kadar basit değil...

Bunun neden böyle olduğu, yalnız Türkiye’ye mi özgü olduğu veya bu gelişkinlikte bir kapitalizmin ideolojik tutkalının söz konusu siyaset dünyasına bu kadar mahkum olup olamayacağı başka bir tartışma. Şimdilik bizi ilgilendiren, düzen siyasetinin bu karakteristiğinin devrimci bir müdahale açısından sonuçları.

Neden bahsediyorum?

Bakın, Türkiye kısa olmayan süredir bir geçiş dönemi yaşıyor. Cumhuriyetin yıkıldığı, karşıdevrimci deneme ve arayışların belli bir deney seti sonrası artık normalleşmeye oturduğu, farklı tepki ve hassasiyetlere sahip geniş kitlelerin de bu normalleşme ve makulleşmeden nasibini aldığı geçiş dönemine aynı zamanda Türkiye kapitalizminin emperyal hevesleri ekleniyor.

Ancak adı üstünde bu bir geçiş dönemi ve mantıken artık geçip gitmesi bekleniyor.

Yani her geçiş döneminin sonrası bir yerleşme ve kök salma dönemi oluyor. Ve her yerleşme dönemi, geçiş dönemini kontrol altında tutan siyasi müdahalelerden farklı olarak, kendi kendini üreten ve sanki “siyasetten bağımsızmış” gibi hissettiren bazı ideolojik mekanizmalara ihtiyaç duyuyor. 

Oysaki düzen, “Yeni Türkiye” olarak kodlanan bu yerleşme dönemine uygun mekanizmaları üretmekte zorlanmaktadır. Nereden mi anlıyoruz? Koskoca Türkiye kapitalizminin arızalarını çözmek için hâlâ “Erdoğan” isminde cisimleşen bir “lider”e ihtiyaç duyulmasından.

Kastım kapitalizmin bir eğilim olarak lidersiz, teknokratik bir siyaseti tercih edeceğini söylemek değil. Kapitalizmin neyi tercih edeceğiyle ilgilenmiyoruz, var olanın ne olanaklar yarattığına gözümüzü dikiyoruz.

Türkiye kapitalizmi kendi geçiş dönemini bitirecek ve onu izleyen yerleşme dönemini istikrara kavuşturacak, aşırı uçları törpüleyecek; başka bir jargonla konuşacak olursak hastayı “stabil” kılacak ideolojik cihazlara kavuşmakta sıkıntı yaşamaktadır.

“Olur mu öyle şey? Milliyetçilik, dinselleşme, yabancı düşmanlığı, zenginleşme arzusu vesaire ne güne duruyor?” denebilir. Halbuki bunlar olsa olsa ilaçtır. Her biri hastayı ölümden uzak tutmaya yaramaktadır.

Bunun çıplak diyebileceğimiz bir sonucu olmaktadır. Türkiye’de düzenin tutkalı siyasi manevralara ve giderek “lider”in cambazlıklarına daha çok ihtiyaç duymaktadır. 

Belki ilginç gelecek ve tarihin cilvesi denebilecek bir sonuçtur bu: Türkiye siyaseti uzunca bir süredir “Erdoğan” karakterinin müdahaleleriyle denge tutturmaktadır. Bu çıkarım da marksizmin hanesine yazılmalıdır: Kapitalizm denilen şey "epey bir şeydir"; karşıdevrimciliğinden, hırslarından, köktenci düşünce ve arzularından şüphe edilemeyecek bir karakteri tersi bir işlev için, farklı uçları kontrol altında tutması ve makulu yaratması için orada tutabilmektedir.

Bu bir gösterge ve elbette dahası var. Düzen siyaseti bir bütün olarak liderlere ve karakterlere daralıyor. Sermaye sınıfı yerleşme döneminin ihtiyaçlarını karşılayan ideolojik mekanizmaların eksikliğini hissettikçe bu açığı siyaset dünyasındaki manevralardan ve liderlerden kapatmaya çalışıyor.

Ve bu durum düzen siyasetinin ritmini hisseden, daha uygun bir deyimle, düzen siyasetinde kaşarlanmış siyasetçiler tarafından da iyi biliniyor. Yani düzen siyaseti kolay siyasetçi harcıyor harcamasına ama harcadıklarını çöpe atmıyor.

Sonuç: Kendi zamanını bekleyen, kullanım değerinin yok olmadığını bilen, farklı şekillerde işlevlenmiş siyasetçilerden oluşan kocaman bir sahne. Bu sahnede bazen yedek oyuncular asıl oyunculardan bile daha önemli olabiliyor.

Sonuç: Düzen siyasetinde hiçbir parti ölmüyor. Dahası, partiler artık hükümet olmak için değil belli bir işlev için veya siyaset borsasında değerlenmek üzere kuruluyor veya yaşatılıyor.

Sahiden, ANAP isimli bir parti neden hâlâ var olabiliyor. Gelecek, DEVA, Memleket, DSP, Zafer ve diğerleri…

Karşımızdaki, aynı kadroların devridaimiyle hayatta kalan, farklı zamanlarda farklı isimlerle ortaya çıkan partiler ve liderleri…

Kartelleşme budur.

Hazineden para alanları yani AKP, CHP, MHP ve DEM Parti'yi saymıyoruz artık. Çünkü devlet aygıtında, belediyelerde, farklı düşünce kuruluşlarında yerini hazır bulanlar onlar değil yalnızca. Parlamentodaki irili ufaklı bütün partiler, parlamentonun kapısında bekleyen veya yedek oyuncu olmanın keyfini süren diğer partiler de bu kartele dahil.

İyi de bu kartel nasıl oluyor da devrimci bir müdahale için olanak anlamına gelebiliyor?

Bunun için önce kartelleşmenin en önemli dayanağını ele almalıyız; yani bu kartelin soldan parçası olanları. Çünkü düzen siyasetinde kaşarlananlar yalnızca ANAP’lı müteahhitler, DEVA’lı portföy yöneticileri veya MHP’li fabrikatörler değil. Kartelleşmenin sol uzantılarının nasıl ortaya çıktığını, tarihini, mekanizmalarını anlamadan bir adım ileri gitmek mümkün değil.

Bu da sonraki haftaların konusu.