“Çalışan bağlılığı” tanımlaması da bu "uzmanların" türettiği yeni kavramlardan biri. Ama ihtiyaç yıllardır aynı: şirkete bağlılık. Özü ise Marx’ın tarif ettiği yabancılaşmadır.

Holdinglerin tutmayan bağlama büyüsü: Çalışan bağlılığı

Türkiye'de 1950'li yılların ardından ilk holdingler kurulmaya başladıktan sonra çalışanların şirkete bağlılığının artırılması gündeme gelmeye başladı. Bunun için kaynaklar aktarılarak çalışmalar yapıldı. Avrupa ve ABD’deki holdingler incelenerek meseleye bilimsel olarak yaklaşmaya çalışıldı. Uzmanlık alanları oluşturuldu, insan kaynakları birimleri kuruldu, bunun için yeni kavram setleri üretildi, işçiler için memnuniyet anketleri yapıldı...

Bugün bu başlıklar sermaye sınıfı tarafından çok daha fazla dillendirilir bir hal aldı. “Çalışan bağlılığı” tanımlaması da bu "uzmanların" türettiği yeni kavramlardan biri. Ama ihtiyaç yıllardır aynı: şirkete bağlılık. Özü ise Marx’ın tarif ettiği yabancılaşmadır.

Bu "uzmanlardan" biri kavramı şöyle tanımlıyor: “Çalışan bağlılığı, bir çalışanın yüksek enerjiyle işyerine adandığını ve yaptığı işten tatmin olduğunu hissettiği duygu ve zihin durumu olarak ifade ediliyor." 

Ve çözüm yolları olarak, prim, ikramiye, zam gibi ekonomik çözümler, sosyal çözümler, çalışma arkadaşları arasındaki ilişkiyi artırma gibi öneriler sunuluyor. Hepsinin özünde bireysel çözümler, kişisel tatmin noktaları arayışları bulunuyor. 

Oysa sorunun temeli mülkiyettir. Şirket sahibinin işçileri sürekli sömürüp kârını katlamasıdır. Şirketlerin bir patrona ait olmasıdır. Yani mevcut kapitalist düzendir.

Aitlik, bir topluluğun parçası olmak, yalnız olmadığını bilmek, bir şeye bağlı hissetmektir. İnsanlara güven veren, mutlu olmasını sağlayan bir histir. Ait olduğun yerde sorun çıksa bile o sorunu çözmek senin görevindir. Her zaman mutlu olmayabilirsin ama ordasındır. Merkezde o durur.

Açıkçası bu duygunun oluşmasına en güçlü örnek sanırım ailedir. Aile arasında yanlışlar görülmez, görülse bile sahiplenilir. Ailedir der geçilir. Bu bir aşiret veya devlette olabilir. Sorgusuz sualsiz kavgaya koşulur, cepheye gidilir... 

O yüzden "biz bir aileyiz" söylemi veya bir şeyleri aile ile ilişkilendirmek çok etkilidir. 

Derdim aile kurumunu anlatmak değil. Sermaye sınıfının işçiyle birlik olduğunu vurgulamak için “aynı gemideyiz”, “aynı ailedeniz”, “biz biriz” gibi işçiyi kimliksizleştiren söylemleridir.

Bu temayı büyük şirketler, holdingler her zaman kullanır. Bankaya girersiniz bu cümleler karşılar sizi. Fabrikada çalışırken, yemekhanede yemek yerken duvarda bunlar yazar.

Bu söylemi şirketler bazen bir reklam aracı gibi kullanıp bütün ülkeyle aile olur, ürünlerinin satışından kârlar elde eder. Bazen çalıştırdığı işçileri daha fazla dişlerini sıkmaya ikna etmek için kullanır. ABD’ye göre daha gelenekseldir, tam da Türkiye’ye özgüdür. Söylemek istenen ise şirkete bağlılıktır.

Sermaye sınıfının işçilerin şirketleriyle arasındaki bağların güçlü olmasını istemesi de tam olarak bunlardan dolayıdır.

Üretken olsun, aklı şirket için çalışsın, zamanını hep işe versin, burada kazandığı tecrübeyi başka yerlere aktarmasın, aldığı görevleri başarıyla bitirsin. 

Özetle çalışanlar hem şirketin sahibi gibi çalışsın hem de şirketin sahibi olmasın!

TÜİK'in Ocak ayının sonunda açıkladığı Gelir Dağılımı İstatistiklerinde, en yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı paya bakınca bile çalışanların şirkete bağlı hissetmesi için bir neden olmadığı görülüyor. İşçileri sömürerek kârlarını arttıran patronlara neden bağlansınlar?

İşçilerin çalıştığı şirketle bağı kapitalizm koşullarında sağlanamaz. İşçilerin şirketi sahiplenmesi hadi burjuva kavramlaştırması ile söyleyelim, “çalışan bağlılığı”, o şirketi gerçekten sahiplenmesi ile olur. Eline geçen parayla ay sonunu getiremeyen, faturaları, kirayı, kredi kartlarını ödemeye çalışan, tatil yapamayan, işyerinde baskıya uğrayarak uzun saatler çalışan, hafta tatilinde, yıllık tatilinde hep iş düşünen birinin bağlılığı elbette zayıflar.

Milyonlarca insan mutsuzluk, umutsuzluk, geleceksizlikle yaşarken, bir avuç şirket sahibinin emekçiler üzerinden zenginlik içinde yaşamasına karşı işçilerin bağlarını koparması, emeğe yabancılaşması kabul edilemez. Ancak işçiler örgütsüzse ve örgütsüzlüğünü aşmak için bir adım atmıyorsa uzaklaşmaktan başka bir çaresi de olmaz.

İşçinin emeğine yabancılaşması bizim asıl derdimizdir. Kapitalizm işçinin ürünüyle bağını, sahipliğini azaltıyor. Bu ülkeye ve ait olduğu sınıfa bağını da etkiliyor.

Dünyadaki ilk büyük işçi devleti Sovyetler Birliği’nde işçiler ülkeyi ayağa kaldırıyoruz felsefesi ile fabrikalarda, atölyelerde, şantiyelerde, ofislerde çalıştılar. Her şey işçilere aitti. İşçiler çalışıp üretiyor, verimliliğin artmasına ihtiyaç duyuyorlardı. Fabrikasını, ülkesini, kendi kendisini yöneten sovyet işçileri arasında verimli çalışma önemliydi ve bunu teşvik etmek için örnekler çıkarıyorlardı. Çalışma yaşamında "Stahanovcu" anlayış gibi örnekler çıkararak teşvik ediliyordu. 

Bu anlayışa örnek iki kitabı birkaç yıl önce okumuştum. Bu iki kitap çalışanların bağlılığı ve verimliliğine kamu mülkiyeti cephesinden verilebilecek güzel yanıtlar olur. İlki Yazılama Yayınevi'nden çıkan "Kızıl Tanker", ikincisi Yordam Kitap'tan çıkan "Jurbinler". Her iki kitap da çalışma yaşamında işçilerin mutlu, büyük bir özveriyle çalışmalarındaki itici gücün, motivasyon kaynağının ne olduğunu anlatıyor. Bireysel çıkarlar yerine, toplum çıkarı, bireysel tatminlik yerine, kolektif haz alma ve ekip ruhu bulunuyor. Özetle, görev bilinciyle çalışma, inisiyatif alma ve bir sınıf kimliğine sahip olma yatıyor. 

Bugün yaşanan en büyük problem işçinin emeğe yabancılaşmasıdır. Bunu değiştirmek ise örgütlenmekten, sınıf kimliğini güçlendirmekten, yaratılan değerin hesabını sömürücülerden sormaktan geçmektedir.