Klasikleşmiş metinler böyledir: Ana konunun dışında kalmakla birlikte ikincil saptamalar, öngörüler, kanıtlar, değinmeler eksik olmaz ve onların her biri okurlara derinleşme imkânları sunar.

Düşlerle gerçekler

Az buz değil, tam kırk altı yıl geçmiş üstünden. Kırk altı yıl önce, yine böyle bir Haziran gününde yayımlanmış o yazı. Nerede yayımlanmış, sonra neler olmuş, olup bitenlerin içinde kimler yer almış, buna benzer soruları karşılıksız bırakacağım. Büsbütün karşılıksız denemez de adlandırmaları boş vereceğim; çünkü o insanlar aramızdan göçüp gittiler. Düşmanlarım değillerdi; tersine, birbirimize çok yakın yaşlarda dostlarım, yoldaşlarımdı hepsi de. Artık “hayır, ben haklıydım” diye kendilerini savunamazlar, o yüzden.

Yazı klasik metinlerin birinden yola çıkıyordu. Yola çıkma dediğim, başka göndermelerde de bulunmakla birlikte, esin kaynağı oradaydı. Ne yapmalı? idi o metin. Ama yazının amacı metinde o soruya verilen yanıtları irdelemek değildi; metnin sonlarına doğru başka bir yazarın desteği alınarak vurgulanan bir düşünceyi öne çıkartmaktı. Klasikleşmiş metinler böyledir: Ana konunun dışında kalmakla birlikte ikincil saptamalar, öngörüler, kanıtlar, değinmeler eksik olmaz ve onların her biri okurlara derinleşme imkânları sunar.

Benim o yazıdaki amacım, Lenin’in geçen yüzyılın başlarında o küçük boyutlu ama klasikleştiği tartışılmaz metni kaleme alırken, bir bakıma “geçerken” vurguladığı bir düşüncenin üzerinde durarak güncelleştirilmeye değer olduğunu sandığım  bir polemik yaratmaktı.  Lenin, otuzlu yaşları bile bulmamış kısacık ömründe yazdıklarıyla, kendisinin de aralarında bulunduğu Rus devrimcilerini çok etkilemiş Dmitri Pisarev adındaki nihilistin bir yazısından alıntı yapıyordu. Buraya aktararak devam ediyorum, düş ile gerçeklik arasındaki ayrılık konusunda yazar ve edebiyat eleştirmeni Pisarev’den alıntılanıyor:

“Ayrılık vardır, ayrılık vardır. Benim düşüm, olayların doğal akışının ötesine geçebilir, ya da olayların doğal akışının hiçbir zaman gitmeyeceği bir doğrultuya sapabilir. Birinci halde, düşten hiçbir kötülük gelmez; çalışan insanın enerjisini destekler, güçlendirir bile. (…) Böyle düşlerde çalışma gücümüzü çarpıtacak ya da felce uğratacak hiçbir şey yoktur. Tam tersine, eğer insan böyle düş görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, ara sıra zihni ilerilere atlayarak ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün tam ve eksiksiz tablosunu gözünün önünde canlandıramasaydı, o zaman insanı sanat, bilim ve pratik çaba alanında büyük ve zahmetli işlere girişmeye ve tamamlamaya hangi itici gücün sürükleyeceğini düşünemezdim bile. (…) Eğer düş gören kimse, düşüne ciddi olarak inanırsa, yaşamı dikkatle gözler, gözlemlerinin gökte kurduğu şatolarla karşılaştırırsa ve eğer, genel olarak söylemek gerekirse, düşünün gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, düş ile gerçek arasındaki ayrılığın hiçbir zararı olmaz. Düşlerle yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır.”

Bu anlatılanın, yalnız tekil özneler için geçerli olmadığını, özne çoğullaştırıldığında da geçerliliğini koruduğunu  belirtmek gerekir. Toplumsal mücadelelerde, onların en yetkin örgütlülüklerle birlikte yürütülebilen biçimlerinde, düş görmenin ya da hayal kurmanın, ama bunu gerçek dünyanın durmadan üretip çoğalttığı çıplak gerçekleri doğru kavrayarak yapabilmenin önemi ne kadar vurgulansa yeridir.

Büyük kurucuların, Marx ile Engels’in, geleceğin sosyalist toplumu üzerine çok fazla yazmadıkları bilinir. Bunun da etkisiyle, yeni toplum yirminci yüzyılda ete kemiğe bürününceye kadar, onun çeşitli özelliklerine ilişkin çözümlemeler, öngörüler, tasarımlar yeterince zenginlik kazanmamıştır, denebilir. Yeni toplum üstünlükleri ve güçsüzlükleri ile yeryüzünün bir gerçekliğine dönüştükçe, bu durum değişmiştir. Buna bir de emekçi kitlelerin gözlerini çevirip umut bağladıkları yeni toplumun kendilerini ezip süründürmüş eskisine oranla farklılıklarını görme, kavrama isteği eklenince, hem belirginleşmekte olan somut örnekleri göstermek hem de hayalgücünü harekete geçirmek gereği ortaya çıkmıştır. Bundan sonra da aynı gereklilik sürecek, bu iki kaynak emekçileri sosyalizme kazanmak bakımından hep elimizin altında bulunacaktır.

Aslında, deyiş uygunsa, hayalgücünün devrede oluşu, insan emeğinin ayırt edici bir özelliğidir. Marx Kapital’in birinci cildinde şöyle yazmıştı:

“Emeği insana özgü bir biçimde düşünmek zorundayız. Örümcek dokumacınınkine benzer bir iş yapar; arı ise hücresini yaparken gösterdiği ustalıkla birçok mimarı utandırır. Ama en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın yapısını gerçekte kurmadan önce hayalgücünde yükseltmiş olmasıdır (abç). Her çalışma sürecinin sonunda, işin başlangıcında emekçinin hayalgücünde var olan bir sonuç elde edilir. Emekçi, sadece üzerinde çalıştığı nesnelere bir biçim değişikliği vermez, aynı zamanda çalışma biçimini yasalarla yöneten ve iradesini ona bağımlı kılması gereken kendi amacını gerçekleştirir.”

Bizim sol camiada eskiden çok kullanılan bir kısaltma vardı. O zamanlar birkaç yakın arkadaş kendi aramızda bu alışkanlıkla çok dalga geçtiğimizden midir nedir, hemen hemen hiç kullanmamışımdır. Ama bu kez gerekti, çünkü özgün metinde yukarıdaki alıntıda belirtilen vurgulama yok, dolayısıyla ünlü "abç" kısaltmasını kullanmak zorunda kaldım. Çok genç olanlar için açılımını yazalım: “altını ben çizdim (ya da biz çizdik)” anlamındadır.

Neyse, fazla ayrıntıya girmeyelim.

Bu arada, giriş paragrafında değinilen olaydan söz etmeyi unutmuş değilim. Orada verilen sınırlar içinde söz etmeden bitirmeyelim.

Kırk altı yıl önce bugünküne benzer sıcak bir Haziran günündeki olay şuydu: Bugün bazı yanlarına değindiğim yazı yayımlandıktan sonra yetkili bir arkadaşımdan görüşme çağrısı almıştım. Gittim, görüştük. Görüşmenin tümü aşağı yukarı bir azarlama, biraz da kulak çekme seansı biçiminde geçti. Yazı, buraya almadığım, dar pratikçilik, sosyalizm perspektifinin ihmal edilişi, kuyrukçuluk türünden değinmelerin de bulunması nedeniyle olmalı, uygunsuz olarak değerlendirilmiş ve uyarılmam gerekli görülmüştü. Buradaki “uygunsuz” sözcüğü yerine o zaman başka bir sözcük dile getirilmişti belki de.

Dönüşte, yine çok sevdiğim bir arkadaşla karşılaştım. Aynı yere gidiyormuşuz meğer, dergi bürosuna doğru birlikte yürüdük. Arkadaşım, yazımı okuduğunu, çok beğendiğini, bazıları kendisine özgü sözlerle olmak üzere, o da bir yazardı ve öyle deyişlerden çok hoşlanırdı, anlatıp durdu. Yürüyüşümüzün son bölümünde, gittiğimiz yere varmak üzereyken, dayanamadım, “Teşekkür ederim de hocam, ben şimdi o yazı için fırça yemekten geliyorum!” deyiverdim. Birden durdu. Şaşırmıştı. “Ciddi olamazsın” dedi, “ne bileyim, benim kaçırdığım bir şeyler vardır belki!” diye tamamladı.

O günlerde çok kızmıştım. Hem fırçayı atan arkadaşıma, hem de şaşkınlık geçiren ikincisine. Şimdi herhangi bir kızgınlığım yok. Şimdi dediğim, çoktandır yok. İkisi de sevdiğim arkadaşlarım, yoldaşlarımdılar. Artık aramızda olmadıkları için söylemiyorum bunu. Çok uzun süredir böyle düşünüyorum.

Peki niye açtım bu konuyu şimdi? Durup dururken?

Yaşanmış yanlışlıklardır bunlar. Benzerleri az değildir. Hepimizin payı vardır. Durup dururken açılmasına gelince, yinelenmesini engeller diyedir sanırım. Herhalde ondandır.