Tatavla'nın Kurtuluşu üzerine: 'Kurtuluş' diye vaat edilen buysa, vay halimize!

"Tatavla'nın Kurtuluşu" kitabının yazarı Aytek Soner Alpan ile 1929 Tatavla Yangını'nı soL için konuştuk: 'Tatavla ortadan kaldırıldı ama mütemadi bir fetih ihtiyacı devam etti, ediyor.'

Özkan Öztaş

Aytek Soner Alpan'ın kaleme aldığı "Tatavla'nın Kurtuluşu" adlı çalışması İstanbul'un Rum kimliğiyle özdeşleşen semti Tatavla'nın tarihini, özelinde de 1929 yılında çıkan "Tatavla Yangını"nı konu ediniyor.

Türkiye tarihine bakıldığında, yakın ve uzun vadeli sonuçları itibariyle, kentsel ve ulusal mekanın yeniden kurgulanması, devletin egemenliğinin sembolik ve fiili tesisi ve ulusal kimliğin inşası başlıklarında bir araç olarak kullanılan yangınlardan biri olarak incelenen Tatavla Yangını'nı, kitabın yazarı Aytek Soner Alpan ile soL okurları için konuştuk.

'Önünde sonunda bir mahalle, ne kadar önemli olabilir?'

Tatavla ülke tarihinde özel ve önemli bir yere sahip. Kitabın önsözünde de bahsediyorsun yola çıkış serüveninden. Ama bir kez daha senden dinlemek isterim. Neden bu mahalleyi çalışmak istedin. Seni bu çalışmaya iten sebepleri öğrenebilir miyim?

Evet, kitabın önsözünde kısaca bahsediyorum kitabın temelini oluşturan çalışmanın hikayesinden. Her çalışmada olduğu gibi bilimsel açıdan meseleyi objektif olarak ilgi çekici kılan bazı hususlar olduğu gibi o çalışmayı tetikleyen kişisel nedenler, süreçler de oluyor. Biraz da karanlık yanları olan kişisel boyutuna burada girmeyeyim. Kişisel deneyimimden yola çıkarak 'akademik zorbalık' meselesine odaklanmak ve meseleyi ayrıca yazmak istiyorum. O nedenle bu konunun tarihsel açıdan neden önemli olduğuna değineyim.

Tatavla'nın öneminin nereden kaynaklandığını iyi tespit etmek gerekiyor. "Önünde sonunda bir mahalle. Ne kadar önemli olabilir?" diye sorulabilir, ki çok da haksız olunmaz. Bu soruya benim yanıtımın birbiriyle iç içe geçen üç boyutu var: Bir yandan Tatavla baskın karakteri olan bir mekan ama bu baskın karakteri ona kazandıran sadece Rum kimliğiyle özdeşleşmiş olması değil. Bu elbette önemli ama Tatavla’yı daha ilgi çekici kılan başka bir husus söz konusu. Tatavla -sevimsiz sosyal bilim jargonuyla söyleyecek olursam- liminal yani "eşikte" bir vaka ve bunun birden fazla nedeni var. Kabadayılarıyla, kanun kaçaklarıyla, pek kimsenin yan gözle bakmaya cesaret edemediği tulumbacılarıyla nam salmış, Rum olan ama mesela bir Pera olmayan, cemaatin üst katmanlarını, aristokratları ya da burjuva unsurlarını değil, alt tabakalarını barındıran, çeşitli sınırların aşıldığı ya da görmezden gelindiği karnavalı ile meşhur "tekinsiz" bir mekandan bahsediyoruz.

Tatavla Yangını, 1929.

'Milliyetçiler açısından hedef haline gelen bir yer'

Yani bir yanıyla da o dönemki Rum nüfusunun yaşadığı yerlere kıyasla daha farklı karakteri olan bir yerden bahsediyoruz. Öyle mi?

Evet. Bu nedenle tekinsiz derken tek kastım güvenlik değil. Kategorize edilmesi, bir torbaya konulması zor. Bunu kastediyorum. Hem taşıdığı kimlik itibariyle hem mekansal olarak eşikte. Aklımızdaki pek çok ideal tipe uymuyor, sürprizler barındırıyor. Ötekinin de ötekisi bir mekandan, bir mahalleden, insanlardan bahsediyoruz kısacası… Bu, sen de takdir edersin ki, bayağı bir potansiyel barındırıyor bir araştırmacı açısından. Her şeyden önce ilginç. Öte yandan, -bu da yanıtımın ikinci boyutu- bu liminalite baskın milliyetçilik açısından onu açık hedef haline getiriyor. Hatta son derece işlevsel bir açık hedef diyebiliriz… Son olarak, bunun somutlanışı çok çarpıcı. 1929’da çıkan bir yangın neticesinde harap olan bir mahallenin masa başında alındığı belli bir kararla yardım edilmesi gereken bir memleket köşesinden bir fetih nesnesi haline gelmesi, “Türkleştirmek” amacıyla üzerine, sözcüğün tam manasıyla, çullanılması tipik diyemeyeceğim kadar bariz bir vakaydı. Buna rağmen, hiç çalışılmamış olması da cabası! Kişisel nedenlere ek olarak, tüm bunlar akademik açıdan ilginç kıldı Tatavla’yı ve 1929 yangını ve sonrasında işleyen süreci.

Dönemin iktidarının Tatavla Yangını'na yaklaşımı: 'Hazır fırsat varken'

Uzunca bir süredir göç ve mübadele çalışıyorsun. Özelinde de Türk-Yunan mübadelesi. Tatavla bu açıdan nereye oturur? Örnek olsun Yunanistan'da yaşayan Rumlar için Tatavla ne yana düşer? 

Haklısın, artık eş dost arasında dalga konusu olmaya bile başladı bu durum. Ben de çoğu zaman dalga geçiyorum kendimle. Bir süre önce yolumuz iş güç nedeniyle Yoran’a düşmüştü. Orada şirin ve güzel -hatta beklemediğim kadar güzel- bir Mübadele Müzesi kurulmuş. Müzeye giden yoldaki ok şeklindeki tabelanın üzerindeki metinin ilk satırında "Yoran Mübadele" ikinci satırında "Müzesi" yazıyordu. Tabelanın fotoğrafını çekip "Yoran Mübadele" kısmını benim sürekli bu konudan bahsetmemden yorulan arkadaşlara yolladım. 

Zaten o yolladığım arkadaşlar bir meseleyi nüfus mübadelesine bağlayıp bağlayamayacağım konusunda kendi aralarında iddia oynayıp bana "meydan okuyorlar". Senin sorduğun soruysa, bu açıdan bir hayli kolay.

1923 yılında Lozan müzakereleri esnasında en erken karara bağlanan hususlardan biri Türkiye ve Yunanistan arasında nüfus mübadelesine gidilmesiydi. Yeni Türkiye sınırları dahilindeki Ortodokslar Yunanistan’a yollanacaktı, Yunanistan’ın Müslüman nüfusu da Türkiye’ye… Bunun koşulları ve istisnaları vardı elbette ama her iki ülkede bahsettiğimiz cemaatlerin çok büyük çoğunluğunun dahil olacağı devasa bir nüfus mühendisliği projesinden bahsediyoruz. İstisnalarından biri de yine hani koşullarla mübadeleden muaf tutulacakları çeşitli koşullarla tarif edilmiş İstanbul Rumlarıydı. Dönemin diplomasi lisanı Fransızca olduğundan établi -yani yerleşik- olarak gündelik kullanıma da giren İstanbul’un Rum nüfusu mübadeleden muaf tutulmuştu. Türkiye tahmin edileceği gibi bu sayıyı olabildiğince küçültmek, olabildiğince çok Rumu bu tanımın dışında tutarak Yunanistan’a göndermek, zaten Yunanistan’a gitmiş olanların geri dönmesini engellemek, bu esnada bazıları paha biçilmez değerde olan terk edilmiş mülke de herhangi bir tazminat ödemeksizin ya da değerlerinden çok küçük meblağlar ödemek suretiyle el koymak istiyordu. Öte yandan mübadele ile ortaya çıkan önemli bir sorun, emval-i metruke dediğimiz bu terk edilmiş mülkler meselesiydi. Mübadeleye tabi tutulmuş insanlara ait mülklerin değerlemesinin yapılması, karşılığında tazminat ödenmesi gerekiyordu. Ancak her iki devlet de diğer ülkedeki mülklerin değerini yüksekten kendi sınırları içindekileri düşükten hesaplama eğilimindeydi. 

Bu saydıklarından oluşan sorun yumağı öyle içinden çıkılmaz hale gelmişti ki, Türkiye ve Yunanistan arasındaki diplomatik ilişkiler sık sık kopma noktasına geliyor, iki ülke yeniden bir askeri karşı karşıya gelişin sınırlarında dolaşıyordu. Tatavla'da 1929'da vuku bulan yangın işte tam da böyle bir anda çıktı.

Yangından önce ve sonra Tatavla.

Yangında bir komplo var diyemiyoruz sanırım. Değil mi?

Bunu hemen belirteyim. Yangının çıkışı herhangi bir komplo teorisine, spekülasyona izin vermeyecek kadar açık. Ancak yangına müdahalenin gecikmesi, itfaiyenin, su şirketinin yetersizlikleri gibi başlıklar şüphe uyandırmaya müsait olsa da bu konuda tarihsel kanıt yok. Ancak sonrasında olayların izlediği güzergah bütün bu spekülatif tartışmaları gereksiz kılıyor. Yangının çıkışının ya da yangına müdahalenin gecikmiş olmasının nedeni ne olursa olsun, yangının araçsallaşması bir vakıa. Kitapta da gösterdiğim üzere "hazır elimizde fırsat varken" diye başlıklar atıp ellerini ovuşturan bir basından bahsediyoruz ki basının dönemin iktidarı ile organik ilişkilerini de göstermeye çalıştım.

Bir de sürecin Yunanistan'da yaşayan Rumlar açısından yansımaları var değil mi?

Evet. Sorunun diğer bir boyutu da Yunanistan'da yaşayan Rumlar için ve Yunanlılar için Tatavla'nın ifade ettiği anlamdı galiba. Yine tekil bir anlamdan söz etmek mümkün değil. Ne Türkiye'den yerinden edilerek Yunanistan'a gitmiş Rumlar yeknesak bir grup ne de Yunan toplumu. Şunu söylemek mümkün bu toplamın ekserisi için: 1929 öncesinde Tatavla'dan muhtemelen kentli olmayan geniş kitlelerin pek haberi yoktu. Haberi olan toplamın büyük çoğunluğu için de bir yere konumlandırılması zor bir mekandı demek mümkün. Yangından sonra ise Tatavla, Yunanistan'daki ana tarih yazımındaki, yine afili jargonla benim "kronolojik pesimizm" dediğim ana anlatıya ekleniveriyor. Osmanlı İmparatorluğu'ndan bahsederken başvurulan gerileme paradigması gibi bir söylem burada da söz konusu. Öncesi de olmakla birlikte kısaca şöyle anlatayım: Bu anlatıda zaten gerilemekte olan bir medeniyetin "Turkokratia" adı verilen "Türk boyunduruğu" altına girmeye başlaması, büyük harfle Şehir olan "İstanbul'un düşüşü", sonra yüzyıllara yayılan bu boyunduruk, bağımsızlık sonrası dönemin ana ideolojik kodu haline gelen yayılmacı "Megali İdea"nın Anadolu'da 1922'de çöküşü, "Küçük Asya Felaketi" denilen bu büyük mağlubiyetin sembolik zirvesi olarak İzmir'in yanışı ve "Doğu Helenizmi"nin Anadolu'yu terk etmek zorunda kalması bu anlatının temel unsurlarıydı diyebiliriz. "Küçük Atina" denen Tatavla'nın kül olması da bu anlatı açısından silsileye tam oturan bir yapboz parçası gibi…

Aytek Soner Alpan

Dönemin gazetecileri ve sürece olan etkisi

Bu dönem yaşananlar aynı zamanda basında da ciddi yankı buluyor. Kitapta her birine yer vermişsin. İnsan okurken bir tür "Gazeteciler-gazeteler savaşı" gibi okuyor süreci. Basının bu dönemki işlevi çok önemli değil mi?

Toplumsal mücadelelerin tarafları açısından basın hep çok önemliydi. Toplumsal mücadelelerin çıktısı olarak şekillenen ideolojik-siyasal akımlar için de hakeza… Milliyetçilik için basın-yayın faaliyetinin ne denli kritik, bu ideolojinin siyasal bir hareket haline gelmesinde merkezî önemde olduğu konusu üzerine devasa bir literatür var. Ben de bu yaklaşıma çok uzak değilim açıkçası. Öte yandan siyasal iktidarlar ve devlet açısından ideolojik anlamda medyanın ne denli hayatî olduğunu da biliyoruz.

Geleneksel biçimleriyle gazeteler artık battal hale gelmiş olsa da bahsettiğimiz dönemde en kuvvetli kitle iletişim aracı. İletişim aracı yerine "ideolojik aygıt" da demek mümkün elbette. İdeolojik aygıt tabirini kullandığımızda sanki bir dolayım tarif ediyormuş gibi oluyoruz ama aslında böyle bir dolayımın pek olmadığını da geçerken göstermeye çalıştım kitapta. Hükümetin resmî yahut yarı resmî diyebileceğimiz yayınları dışındaki gazetelerin büyük çoğunluğu da hükümetle içli dışlı. Zaten rejimin muhalefeti siyasal alandan büyük oranda tasfiye etmeyi başardığı, düzenlemelerle bu durumun sürmesi için gerekli yasal çerçeveyi kurduğu bir dönemden bahsediyoruz. Bu koşullarda dönemin basınının da sıkı sıkı kontrol altında olduğu bir gerçek.  

Öte yandan konunun basın üzerinden takibi aslında kitabın zayıf yanlarından da biri… Cumhuriyet Arşivi'ndeki ve Türkiye'deki diğer birincil kaynaklardaki şüphe uyandırıcı sessizliği bu şekilde aşmayı denedim diyebilirim. Umarım bunu ileride başka kaynaklarla zenginleştirebileceğim…

Dönemin gazetelerine nereden ulaştın? Bunları bulmak, çıkarmak zor olmadı mı?

Konu dönüp dolaşıp kitabın yazılış öyküsüne geliyor. Kitabın merkezindeki araştırmanın üzerinden biraz zaman geçti. Çok uzun bir zaman değil ama kaynakların ulaşılabilirliği açısından neredeyse bir devrim yaşandığını söyleyebilirim. Ben mevzubahis Türkçe gazetelerin büyük çoğunluğuna Milli Kütüphane koleksiyonu üzerinden ulaştım. Bugün bu koleksiyon çok büyük oranda dijitize edilmiş ve araştırmacılara sunulmuş durumda. Ben bu araştırmayı yaptığım sırada Ankara'daki Milli Kütüphane binasının bodrum katındaki mikrofilm odasında talep fişi doldurup, sonra memurla birlikte mikrofilmlerin bulunduğu depoya gidip filmleri alıp, emektar mikrofilm makinelerine takıp gazeteleri okumanız gerekiyordu. Pandemi sürecinden önce başladı bu dijital dönüşüm ama pandemiyle birlikte bunun son derece hızlandığını söylemem mümkün.

Başvurduğum Yunanca gazetelerin büyük bölümü o tarihte de dijitaldi. Belki yeri gelmişken beni düşündüren bir hususu da belirtmem lazım: İmparatorluk ya da cumhuriyet döneminde yayımlanmış Rumca yayınları içeren bir koleksiyonun derli toplu bir şekilde hiçbir kütüphanemizde, hiçbir üniversitemizde olmaması büyük bir problem ve kendi başına çok şey anlatıyor. Kendimi Rumca ile sınırlandırdım ama üç aşağı beş yukarı bu topraklarda konuşulan Türkçe dışındaki lisanlar için aynı şeyi söylemek mümkün. Farklı alfabelerle yazılmış Türkçe yayınlar için de… 

O dönem basının işlevini ve durumunu anlatırken bir Hrant Dink hatırlatması yapıyorsun. Burayı biraz daha açar mısın? Neden bu mukayese?

Necip Türk basınının Tatavla'yı fethe giriştiği günlerde bir de Hronika isimli bir Rum gazetesine karşı düzenlenen büyük bir kampanya var basında. Gazetede yayımlanan bir yazı dizisi nedeniyle gazetenin yöneticilerine açılan "Türklüğü tahkir" davası söz konusu. Mesele burada kalmıyor tabii. Gazetenin yazıhanesi "duyarlı gençler" tarafından basılıyor, tahrip ediliyor. Hronika yetkililerinin orada olmaması tamamen tesadüf. 

Esasen burada bir mukayese değil de bir zihniyetin sürekliliğine işaret var. 2004'te Agos'ta Sabiha Gökçen'in öksüz bir Ermeni çocuğu olabileceği haberinin yapılmasıyla başlayan, sonra sudan bahanelere, bağlamından kopartılmış, çarpıtılmış alıntılara dayandırılan "Türklüğü tahkir" davası ve ona eşlik eden Hürriyet ve Zaman'ın başını çektiği linç kampanyasıyla devam eden ve nihayet Hrant'ın suikastine uzanan süreç arasındaki benzerlik çok şey anlatıyor.

Bu iki olay arasında neredeyse 80 yıl var. 80 koca yıl! Bu zaman ve benzerlik gösteriyor ki Hrant'a karşı yürütülen kampanya kişisel bir kan davası, dönemsel bir refleks değildi. Hrant Dink'in son yazısında "güvercin tedirginliği" diye tarif ettiği ruh hali de bireysel bir durum değildi. Bu ruh halini yaratan koşullar da dönemsel değil, ülkemiz açısından yapısal…

Ötekiye duyulan ihtiyaç ve Tatavla'nın Dilberi

Mevzunun yangından sonrası da pek iç açıcı değil. Dışlamanın ya da dışlanmanın türlü örneklerine rast geliyor okuyucu. Ama merkezinde cinsiyet rolleri üzerinden "ahlaki" bir dışlama da var. Süreci buradan okumayı biraz açar mısın? Neler var tarihe bakarken bu açıdan?

Ben kitapta meseleyi milliyetçilik bağlamında ele aldığım için oradan devam edeyim. Millet dediğimiz kavram, iddia edilenin aksine ezeli ve ebedi bir mefhum değil, tarihsel ve yapıntı bir kategori. Milliyetçilik üzerine konuşurken genellikle etnik kimlik ve bu kimlikler üzerinden yapılan ayrımlar, buna dayanan politikalara odaklanıyoruz ama milliyetçilik, "millet" dediğimiz kolektiviteyi inşa ederken yalnızca tek bir boyut üzerinden bu kurguyu yapmıyor. Ve sadece kendisini kurmuyor, "Öteki"yi de kuruyor. Kitapta dikkat çekmeye çalıştığım gibi milletin tarifi yapılırken milletin erkek ve kadın mensuplarının rolleri keskin hatlarla belirleniyor. Hakim bir erkeklik anlayışı ve kadınlık anlayışı ortaya çıkıyor. Bu konuda da "yerli ve milli standartlar" geliştiriliyor. Bu anlayışa göre erkeğin aktif, rekabetçi, azimli, kararlı, disiplinli, toplumun geleneksel ahlaki değerlerine saygılı, onur koduna sahip bir "centilmen" olması bekleniyor. Bu kadar da değil elbette. Bu centilmen erkeğin aynı zamanda cesur, kuvvetli, dürtülerini kontrol edebilen ama cinsel açıdan yeterli, "kadınını" tatmin edebilen ve daha önemlisi dölleyebilen bir "ilkel adam" olması da gerekiyor. Kadınsa, "ulusun annesi" ve "soyun koruyucusu" olarak en başta doğurgan, utangaç, masum, namuslu ve saf olmalıdır ki yeni nesilleri "gerekli şekilde" yetiştirebilsin.

Kısaca söyleyecek olursam, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin nasıl olacağı, toplumsal hayata hangi koşullarda ve nasıl katılacakları, milletin sürekliliği için üstlerine nasıl görevler düştüğü, aile dediğimiz kurumdan ne anlayacağımız ve milletin temeli olarak bu kuruma kutsiyet atfedilmesi gibi bir dizi başlık var ki bunlar milletin tanımına içkin olarak kurgulanıyor. Tabii bunu yaparken de çeşitli kodlar üretiliyor. Bu kodların bir bölümü de başka ideolojik girdilerle birlikte "ahlak" denilen çerçeveyi oluşturuyor. Bu da tarihsel bir çerçeve. Dönemsel ihtiyaçlar doğrultusunda içeriği, belli bileşenleri değişebiliyor ama özü aynı kalıyor. Çok genel bir biçimde söyleyecek olursam, erkek-kadın ikiliğine ve heteroseksüelliğin doğallığına ve doğruluğuna dayanan bir çerçeveden söz ediyoruz. Bu çerçeve içinde yalnızca erkek ve kadın arasında bir ast üst ilişkisi kurulmuyor. Aynı zamanda farklı erkeklik ve kadınlık anlayışları arasında da kendi içlerinde bir sınıflandırma oluşturulup hiyerarşi inşa ediliyor. Farklı erkeklik ve kadınlık anlayışları için özel dışlama mekanizmaları geliştiriliyor ki homofobi bunlardan biri. 

Bunları takiben milli kimliğin dışındaki grupların, cemaatlerin milletin ahlaki standartlarının da dışında kaldığı iddiası neredeyse otomatik olarak geliştiriliyor. Bu şekilde milletin etrafına bir de ahlaki ve seksüel bariyerler inşa ediliyor. Bu grupların kadınlarına ve erkeklerine dönük çeşitli karikatür tipler sinema ve edebiyattan herkesin aklına gelecektir. Hakeza bu tip azınlıklaştırılan cemaatlerin "sapkın" cinsel pratiklerine ilişkin söylentiler… "Öteki" de böyle inşa ediliyor. Velhasıl, milletin "Biz" ile "Öteki" arasına inşa ettiği bu bariyerlerin aşılmasına, bu sınırların geçilmesine müsaade edilmesi de milli kimlik açısından bir tehlike arz ediyor. 

"'Tatavla Dilberi Sokrati' İkdam gazetesinde Tatavla'nın yanması ve mahallenin adının Kurtuluş olarak değiştirilmesinden sonra neşredilmiş bir tefrika öykü. Bu öykünün edebi herhangi bir değeri yok. Edebi açıdan metin için 'çöp' diyebilirim."

Tabi burada öne çıkan bir şey de var. Tatavla'nın Dilberi Sokrati. Bu karakteri anlatır mısın bize?

"Tatavla Dilberi Sokrati" İkdam gazetesinde Tatavla'nın yanması ve mahallenin adının Kurtuluş olarak değiştirilmesinden sonra neşredilmiş bir tefrika öykü. Araştırmanın sonlarına doğru artık dönemin gazetelerinin -tabir caizse- dibini sıyırırken denk geldim bu öykünün coşkulu ilanlarına… Kitapta da bahsediyorum. Benim için büyük sürpriz oldu. Bu nedenle burada tüm öyküyü özetleyip, okuyucu için de sürprizini kaçırmak istemiyorum. Ama şunu söylemem gerekir: Gerçekten bir yandan bu ölçüde ilginç bir malzeme bulduğum için sevinirken böyle bir öykünün yazılabilmiş ve yayımlanabilmiş olması karşısında büyük bir öfke duydum. Midem bulandı desem abartmış olmam. 

Bu öykünün edebi herhangi bir değeri yok. Edebi açıdan metin için "çöp" diyebilirim. Belki senin zamanında da hâlâ vardı. Lisede muhafazakar edebiyat hocaları, "edebiyat edepten gelir" diye ilk derste hamaset parçalamayı pek severdi. O hamasete kulak verecek olursak, çöp yakıştırmamın altını kalın kalın çizmem gerekir. Yazarı belli olmayan bu tefrika öykü  sanatsal açıdan çöp olmasına çöp ama son derece enteresan bir şeyi büyük açıklıkla yaptığı için önem taşıyordu benim için. Kentsel bir mekan olarak Tatavla'yı ve Tatavlalılar üzerinden kurulan bir anlatıyla aslında İstanbul Rumlarının tamamını ötekileştiren bir metin ama bunu bu mekanı ve cemaati seksüelleştirerek yapıyor. Seksüelleştirirken de ötekileştiriyor. Bir çeşit devridaim motoru kurulmuş durumda metin içinde. Dahası bunu açık şekilde ender görülen bir tema üzerinden yapıyor. Yazara göre Tatavla, "kadınları kadın, erkekleri erkek olmayan" bir mekandır. Tatavlalı genç bir eşcinsel erkek olan Sokratis de olabildiğince efemine şekilde resmedilen bu nedenle de öyküde ve öykünün reklamlarında "dilber" yahut "kız" olarak adlandırılan ve paraları için yaşça geçkin Türk erkeklerini avlayan bir avcıdır. Öyküyü yazarken yazar kendince bir "sapıklıklar" listesi yapmış yazdıkça yanına bunu da ekledim diye işaret koyar gibidir.

Edebiyatçı ya da edebiyat tarihçisi olmasam da bu öyküyü, üstlendiği siyasal, ideolojik rol itibariyle edebiyat tarihimiz içinde de bir yere yerleştirmeye çalıştım bu metnin yazarının izini sürerken. Dediğim gibi kalem kıvraklığı açısından değil ama amaç ve işlevi açısından "Sokrati"yi Yakup Kadri'nin bir sene önce yayımlanmış Sodom ve Gomore kitabı ile Peyami Safa'nın bir sene sonra yayımlanacak Fatih-Harbiye kitabı arasında bir yere yerleştirmek mümkün. O dönem birbirini boğazlamak için fırsat kollayan ancak en azından bu iki kitap örneğinde gördüğümüz üzere benzer kaygılarla edebi ürünler ortaya çıkaran bu iki yazarı da bu şekilde birbirine bağlayabiliyoruz. 

Sürecin iktisadi arka planı

Tam da zamanı. 1929 yılı. Küresel ekonomik kriz kapitalist ülkeleri kasıp kavururken gazetelerde tasarruf tedbirleri ve yerli malı tüketim tavsiyeleri yer alıyor her bir yandan. Milli burjuvazinin ilerlemesinde hep engel oluşturduğu düşünülen Gayri Müslim nüfus yine gündemde. Tatavla bu süreçte nereye denk düşüyor?

Elbette iktisadi alanın, sermayenin Türkleştirilmesi Türkiye'de egemenler açısından, yeni kurulmakta olan devletin sınıf karakteri açısından da son derece kritikti… Osmanlı İmparatorluğu'nun da son döneminden itibaren süreklilik arz eden bir politika. Siyaseten hakim millet olan Türkler -bilhassa bürokratlar ile yeni ortaya çıkmaya başlayan ve kapitalist üretim ilişkilerinin içinde yer bulmaya, servet edinmeye, sermaye biriktirmeye çalışan müslümanlar- kendilerini iktisadi olarak egemen olarak görmüyorlardı ve anomali olarak gördükleri bu durumun ortadan kalkması için şiddet dahil her türlü yola başvurmak konusunda gözlerini karartmışlardı. Bunda imparatorluğun ortadan kalkmasının ve eski imparatorluk coğrafyasından müslüman nüfusun yine zor yoluyla sökülmesinin yaratmış olduğu varoluşsal anksiyete de son derece etkiliydi. Siyasi ve ideolojik açıdan düşünecek olursan, sen de takdir edersin ki, her iki tema da propaganda için, kitlelerin harekete geçirilmesi için müsait bir zemin sunuyor. Büyük Bunalım'ın ayak seslerinin hissedilmeye başlandığı, 1923 sonrası kurulmaya çalışılan iktisadi yapının çatırdadığı, takip edilen liberal modelin çöktüğü bir dönemden bahsediyoruz.

Cumhuriyet, "Türkleştirme" diyebileceğimiz iktisadi ve siyasal ajandayı tereddütsüz devraldı. Bahsettiğim anksiyeteyi de son derece etkili bir biçimde kullanarak bu doğrultudaki hedeflerini hayata geçirmeye çalıştı ve büyük oranda bunda başarılı oldu. Bu hedeflerin hayata geçirilmesinde, 1923'te Türkiye ve Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinin özel bir yeri de vardı. Tatavla -az önce de bahsettiğim gibi- zengin bir muhit olmasa da yangın felaketinin mübadele sonrası geride kalan Rum mülkleri sorununun Yunanistan ile olan ilişkileri kilitlediği bir dönemde hızlıca işlevselleştiğini söylemek mümkün. 1929'da 1916 Ankara Yangını, 1922 İzmir Yangını gibi vakaların Rum cemaatinin kolektif hafızasında taze olduğunu hatırlamak gerekir. Zorla yerinden etme pratiklerinin ne denli sertleşebileceğini Ermeniler, Trakya ve Karadeniz'de olanlar üzerinden biliyorlar. Bu açıdan küçük bir mahallede yaşanan ve bir anda ülke gündemine yerleşen bir meselenin tahmin edilemez sonuçlara ulaşabileceğinin de farkında olduklarını düşünüyorum… 

Şunu da söylemeden geçmeyeyim. Bir de bir bezdirme politikasından bahsetmek gerekir. Mütemadiyen taciz altında yaşıyor "azınlık" dediğimiz insanlar. Okulları, kurumları, bireysel olarak tek tek insanlar… Hrant'ın "güvercin tedirginliği" dediği ruh halinin temelinde de biraz bu sistematik ve sonu gelmeyen tacizler yatıyor. Bana kalırsa psikopatolojik bir vaka ama aynı zamanda ideolojik olarak son derece etkili bir isim olan Rıza Nur… Rıza Nur'un bu tarz politikaları ne büyük keyifle anlattığına bunların "devlet aklı" dediğimiz mefhuma ne derece içkin olduğunu göstermesi açısından kitapta yer verdim. 

Tatavla

'Netice itibariyle, Tatavla'dan kurtuldular!'

Peki son soruya gelelim. Senin sorunla devam edelim. Tatavla'dan kurtuluşa giden süreçte, Kurtuluş Mahallesi Tatavla kimliğinden kurtulabilmiş midir? Tüm bu sürecin sonucunda geldiğimiz yerin adı nedir?

Artık Tatavla'dan bahsetmek mümkün değil. Mahallenin ve kentin tarihsel kimliğini korumaya dönük çeşitli çalışmalar olsa da görebildiğim kadarıyla bunlar nostaljik girişimler olarak kalıyor. Yanılıyor da olabilirim ve kimsenin çabasını, gayretini küçümseme gibi bir niyetim yok bunu söylerken. Zaten doğru şekilde değerlendirildiğinde, doğru noktalara odaklandığında nostaljinin de eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir gelecek tasavvuru için kullanışlı olabileceği kanaatindeyim. Bir çeşit nostaljiye bugün ve ileride ihtiyacımız olacak. Nasıl bir nostalji diye sorulabilir elbette… Zira nostalji bizi aslında hiçbir zaman varolmamış muhayyel bir dünyaya hapsedebilir ve güncel tehlikeleri görmemizi engelleyebilir. Svetlana Boym'un kavramlarına referansla söyleyecek olursam, söz konusu nostalji kaybedilene ve hasrete odaklanan düşünsel nostaljiyi aşıp yeniden kurucu bir içerik kazanacak olursa birlikte yaşamayı öğrenebileceğimiz bir gelecek kurgusunda pekala işlevsel olabilir. İhtiyacımız olan yüzü geleceğe dönük bir nostalji…

Tatavla'ya döneyim… Netice itibariyle, Tatavla'dan kurtuldular! Tatavla'yı tasfiye edenlerin mahalleye yeni ismini verirken yaptıkları ve benim de kitabın başlığında kullandığım sözcük oyununa bir kere daha başvuracak olursam, geriye bir "kurtuluş" kaldı mı ondan pek emin değilim açıkçası. "Kurtuluş" diye vaat edilen buysa, vay halimize! Türkleştirmeden soylulaştırmaya uzanan bir sürecin sonunda yaşamanın imkansız hale geldiği, merkezleri emekçilere kapatılmış, ev sahipleri tarafından evden çıkarıldığında şehir değiştirmek zorunda kalan beyaz yakalıların istisnai olmadığı, gettolaşmış, kendisini cezalandırmak için gelecek mitolojik bir canavarı bekler gibi bir doğa olayının yıkıcılığı için gün sayan bir kent var elimizde…     

Tatavla ortadan kaldırıldı ama mütemadi bir fetih ihtiyacı devam etti, ediyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi, yine önemli bir sosyal bilimcinin Arjun Appadurai'nin bir kavramına başvurayım, "küçük sayılar anksiyetesi" asla bitmiyor. Kısaca söyleyecek olursam, azınlıklar, egemenlerin ulusal saflık fantezisini imkansız kıldıkları için büyük bir anksiyete yaratıyorlar. Bu fantezi ve beraberinde gelen anksiyete siyasal olarak da işlevsel. Öte yandan tarihsel olarak, Türk milliyetçiliğinin çıkışındaki iktisadi ve siyasal alanlardaki ayrışmaya dikkat çekmiştim az önce. Kanımca orada hissedilen gerilim de hiçbir zaman atılamadı. Bu nedenle, Türk milliyetçiliği kendisini bir fail olarak değil, reaksiyon gösteren bir mağdur olarak görüyor, sunuyor ve attığı adımları bu şekilde meşrulaştırıyor. Bu uzun bir tartışma… Fetih ihtiyacının ikinci boyutu da değişen ideolojik önceliklerle ilişkili… Kentsel mekanın siyasal İslamcılığın hedef ve stratejileri doğrultusunda piyasacılıkla el ele giden bir şekilde dönüştürülmesi son derece önemli bir mesele. Türkiye tarihinin gördüğü en önemli kırılmalardan biri olan Gezi Direnişi'nin tetiklenişi de bu nedenle oldu, malum. Bu yaklaşım zaman içinde ortaya çıkan kültürel, siyasal, adacıkların marjinalize hatta kriminalize edilmesini, yine ahlaki tasfiyesini gerektiriyor.  

Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı? 

Yangınlardan bahsediyoruz. Geniş anlamıyla kent yangınları, önlemlerin ve teknolojik gelişimlerin etkisiyle girdiği azalma eğilimi neticesinde biri hayli nadir vakalar haline geldi. Öte yandan iklim krizi, inşaat sektörünün doymak bilmez hırsı ve kamu kaynaklarının felaketleri önlemek için değil felaketler sonrası kamuoyu yaratmak için kullanılıyor olması ile birlikte dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de yaz aylarını büyük bir tedirginlikle bekliyor ve geçiriyoruz. Diyarbakır ve Mardin'den çok kötü haberler geldi. Yangınlarda pek çok insanımız hayatını kaybetti… Son söz olarak zarar görenlere geçmiş olsun ve hayatını kaybedenlerin yakınlarına ve aslında herkese baş sağlığı dilemek isterim. 

Elbette bu fırsat için çok teşekkür ediyorum. 

Aytek Soner Alpan kimdir?

Aytek Soner Alpan, yüksek lisans derecesini Orta Doğu Teknik Ünviersitesi'nde iktisat, doktora derecesini ise University of California, San Diego'da tarih alanında almıştır. Yüksek lisans ve doktora çalışmaları esnasında 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi'nin çeşitli boyutlarına odaklanan Alpan'ın akademik ilgi alanları arasında zorunlu yerinden etme pratikleri ve mültecilik deneyimi, Osmanlı Rum Cemaati, Osmanlı İmparatorluğu ve Yunanistan'da Türkçe-dilli Rumlar, bellek çalışmaları ve tarih yazımı bulunmaktadır. Çalışmaları çeşitli akademik dergilerde ve kitaplarda yayımlanan Alpan yine İstos tarafından yayımlanmış olan Μουχατζηρναμέ / Muhacirname: Κaramanlı Muhacirler için Şiirin Sedası kitabının ortak editörlerinden biridir. Aytek Soner Alpan, akademik çalışmalarını Kanada'da Simon Fraser University - SNF Centre for Hellenic Studies'de doktora-sonrası araştırmacı olarak sürdürmektedir.