Fransa'da 88 yıl sonra yeniden kurulan Halk Cephesi: Aşırı sağa karşı bir umut mu?

TKP Parti Meclisi Üyesi ve soL yazarı Anıl Çınar'la Fransa'da aşırı sağa karşı kurulan Halk Cephesi'ni, blokun aynı adla 1936'da yaşadığı iktidar deneyimiyle birlikte masaya yatırdık.

Can Kuyumcuoğlu

Fransa'da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarının ardından meclisi feshetmesi üzerine yapılacak erken seçimin ilk turu için bugün halk sandık başına gidiyor.

Bu süreçte Fransız Komünist Partisi'nin de aralarında bulunduğu sol partiler, ülkedeki aşırı sağ tehdidine karşı Halk Cephesi (Front Populaire) bloku oluşturarak seçime birlikte girme kararı aldı. 

Front Populaire adı, Fransa tarihinde sembolik bir anlam taşıyor. Zira Fransa solu, 1936 yılında yine aynı adla bir koalisyon oluşturmuş ve iktidara gelmişti.

Türkiye Komünist Partisi Parti Meclisi Üyesi ve soL yazarı Anıl Çınar'la Halk Cephesi'ni masaya yatırdık. Fransa'daki bu hareket üzerinden ülke solunun geçmiş deneyimlerini ve bu deneyimler üzerinden Türkiye'nin devrimci hareketinin bugünkü durumunu da ele alma fırsatı yakaladık.

Fransa’da aşırı sağın Avrupa Parlamentosu seçimindeki başarısının ardından Cumhurbaşkanı Macron parlamentoyu feshedip erken seçim kararı aldı. Ülkedeki sol hareket ve partiler de, yükselen aşırı sağa karşı Halk Cephesi’ni kurdu. Bu blokun başarılı olma şansı nedir, aşırı sağı geriletebilir mi?

Önce bu noktaya nasıl gelindiğinden başlamak lazım. Sağa karşı ortaya çıktı, ama sağ yükselişe durduk yere gelmedik. Bizim solda bir hastalığımız var. Olaylara bir süreç ürünü olarak değil, o an olup bitmiş bir şey olarak bakıyoruz. Böyle olunca kulağa çok mantıklı geliyor: “Sağcı bir parti var Le Pen’in adına yazılan, o yükseliyor ve ona karşı bir şey ortaya çıkarıyoruz”. Çok kolay bir çözüm gibi değil mi? Bir araya gelirsin, onun seçim kazanmasını engellersin. Halbuki onu ortaya çıkaran koşulları değiştirmediğin sürece bir şey değişmeyecek. O yüzden o noktaya nasıl gelindi, ona biraz bakmak gerekiyor.  

Sağın yükselmesinin bazı nedenleri var. Sol kendi solculuğunu, düzenin sıkışma noktalarını düzeni değiştirerek aşmak konusunda bir program ortaya koymadığı sürece o sıkışma noktaları orada kalmaya devam ediyor. Biz bunu göçmenlikte görüyoruz, ekonomik problemlerde görüyoruz, bugün savaşlarda görüyoruz. Sol hükümetler bunu değiştirmek için bir şey yapmadığı sürece, insanların tepkisi artıyor. Bu tepkisellik sağa doğru kaymış oluyor.

Fransa’da da bunun çok acıklı bir tarihi var, çünkü ilk defa bir araya gelmediler. Uzak tarih bir yana, geçtiğimiz 10 sene içerisinde de baktığımızda sol partiler yine bir seçim ittifakı gibi bir şey yaptılar. Ne dediler? “Sağ geleceğine Macron gelsin” diye düşündüler. Macron dediğimiz figürün büyük sermayenin adamı olduğunu biliyoruz. Ama aslında Marx’ın deyimiyle “hiçbir şey olamayacak bir insan” iken sırf sağın parlamentoda çoğunluğu sağlayamaması, solun da kendi solculuğunu yapamaması sonucunda bu ikisinin arasındaki gerilimden yararlandı. Zaten bütün bu manevraları da geçmişte olduğu gibi bu şekilde yaptı ve kazandı bugüne kadar. Muhtemelen bu son süreçte de benzer bir şey denedi ve ortaya yeni bir ittifak çıkınca işler karıştı.

Sağın yükselmesine neden olan koşullar ortadan kalkmadığı sürece bu ittifakın işlevi ancak bir geçiş dönemini yönetmek olabilir, kazansa dahi. Kaldı ki, geçtiğimiz birkaç günde gördüğümüz kadarıyla zaten kendi aralarında da doğru düzgün anlaşamayan, ortak bir program çıkartamayan, yalnızca “faşizme karşı birleşiyoruz” argümanıyla yan yana gelen bir toplam bu. Ben, buradan en iyi ihtimalle bir geçiş dönemini yönetecek bir şey çıkması dışında bir şey beklemiyorum.

"Sağın yükselmesine neden olan koşullar ortadan kalkmadığı sürece bu ittifakın işlevi ancak bir geçiş dönemini yönetmek olabilir, kazansa dahi."

Halk Cephesi’nin içinde Fransız Komünist Partisi de var. 1930’larda ve 2. Dünya Savaşı dönemindeki mücadelesiyle sivrilmiş bir partinin yakın tarih boyunca sosyal demokratlarla ittifak içerisinde olduğu bir çizgide ilerlediğini görüyoruz. Partinin bu çizgideki ısrarını, geçmişini de ele alarak, nasıl değerlendirmeliyiz?

Söz konusu Fransız Komünist Partisi olunca, tarihi de oldukça zengin olunca biraz bu çizginin ne olduğunu deşerek başlamak lazım. Fransız Komünist Partisi köklü bir parti, ne olursa olsun. Geçmişte işçi sınıfıyla bağları, sendikal gücü, 2. Dünya Savaşı’nda faşizme karşı direniş örgütleyişi ve kendi içerisinde de tartışmaları dönen olan bir parti olarak çok köklü bir tarihi var.

Öte yandan tarihe açıp baktığımızda çok net bir çizgi görüyoruz. Bu çizgi ne anlama geliyor? Dediğin gibi bir ısrar var.. Bence bunu bir tür demokrasi mücadelesi arayışı gibi algılamak lazım. Bütün diğer politikalar da bunun ürünü olarak gerçekleşiyor. 70’lerde Avrokomünizm geliyor. Ama bütün bu değişiklikler, bütün bu politikalar, bunların hepsine damgasını vuran bir şey var, o da demokrasi mücadelesi. Bir devrimci partinin artık bir demokrasi mücadelesi vermeye başlaması, o parti için bir ölüm anlamına geliyor.

Bu ilk defa böyle ortaya çıkmadı. Bunun da köklü bir geçmişi var. Sonuçta Fransız Komünist Partisi 1920’lerle birlikte bir ayrışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. Bir Fransız solu vardı, onun içerisinden koptular. Komintern’in, dünya komünist hareketinin, Sovyetler Birliği’nin Bolşevizasyon politikasının bir ürünü olarak her ülkede, reformist soldan, sosyal demokrasiden kopma vardı. Fransız Komünist Partisi de bu kopmanın bir ürünü olarak ortaya çıktı ve kendi bağımsız çizgisini oluşturmaya çalıştı.

Öte yandan, bu kopuşun ardından o kadar çok siyasi dönemeç geldi ki, bu kopuşun hakkı tam olarak verilebildi mi, emin değiliz. Bunu nereden görüyoruz? Sağa dönmeye, demokrasi mücadelesi vermeye uygun koşullar ortaya çıktığında, bu partiler, hadi bu koşulların yaratıcısı veya isteyicisi olan Sovyetler Birliği diyelim, ama ondan daha hızlı bir şekilde bu politikalara adapte oldular, neredeyse kontrolsüz bir şekilde. O açıdan, birincisi bu demokrasi mücadelesinin verilmesinin nedeninin bu ayrışmada yaşanan sağlıksızlık olduğunu düşünüyorum. Daha öncesinde de Bolşevikler’in Menşevik’lerle yaşadığı ayrışma. Daha sonra 2. Enternasyonel’de sosyal demokrasiyle yaşanan ayrışma... Oralarda da kadro dinamizmi, oturmuşluk, program, bir sürü açıdan tam olarak istenildiği şekilde gerçekleştirilemediği için, sonraki dönemeçlerde bunun sonuçlarıyla karşılaştık.

Aslında bunlar hep eğilimler olarak kendini gösteriyor. Yoksa bu partiler durduk yere biz demokrasi mücadelesi verelim demiyorlar. Bu eğilimler uygun koşullar ortaya çıktığında beliriyor.

İlk uygun koşul zaten bizim bugünkü Halk Cephesi’nin başlangıcıyla, 1936’yla ilgili. O dönemin Fransız Komünist Partisi’nin lideri Maurice Thorez. Cephe yoklamalarının daha az bir zaman öncesine kadar hâlâ Fransız sosyalistlerine karşı uzlaşmaz bir tavır alacak sözlerde bulunuyor. 1934’ün sonuna doğru değişiyor politika. Ve aslında bu değişmenin çok temel bir nedeni var. O da dünyada yaşanan değişme. Yani aslında Hitlercilerin Almanya'da iktidara gelmesi, Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne karşı gerçekleştireceği dış politikanın, genel hatlarının artık belli olmaya başlaması, yani oradaki manevra alanının bitmesi Sovyetler Birliği'nin açısından ve önceliğin Sovyetler Birliği'nin savunulmasına dönmesi.

Bu andan itibaren Fransız komünistleri için temel mücadele bir tür geri adım anlamına geliyor. Tabir uygun olacaksa her şeyi bırakıp Sovyetler Birliği'nin en iyi şekilde nasıl savunulabileceğinin yollarının aranacağı bir döneme giriliyor. Bu açıdan 1936, yani Halk Cephesi politikası, diğer partilerin de yakınlaşmaya dönük bir çabası olsa da aslen Fransız Komünist Partisi'nin ittirmesiyle oluyor.

Sadece sosyalistlerle değil, bu dönemin Radikal Parti’si içerisindeki ayrışma da var. Oraya da müdahalede bulunuluyor. Temel amaçsa, Fransa'yla Sovyetler Birliği'nin dostluğunu sağlamak, yani bir anlaşmanın devamını sağlamak. Böylece Almanya'nın iki cephede bir anda savaş vermeye ya da mücadeleye zorlanması... Bunun Sovyetler Birliği'ni rahatlatacağı çok açıktı. Bu açıdan çok özgün bir dönemin ürünü olarak ortaya çıkıyor Halk Cephesi.

Peki bu özgün dönemdeki geri adımların bir sonucu olmuyor mu komünist hareket açısından?

Geri adımlar politikanın bir zorunluluğudur. Her politika bazı riskleri göze alır. Başka türlü siyaset yapamazsınız, müdahale edemezsiniz. Ama bazı kontrol noktaları tutulmadığı sürece bunların sonraki döneme arızalar devrettiğini biliyoruz.

Bu partiler de bu kontrol noktalarını oluşturmak konusunda bir yandan talihsiz bir geçmişe sahipler. Yeterli bir deneyime ve kadro birikime sahip değiller belki. O açıdan bu tarihlerden itibaren demokrasi mücadelesinin hep ön plana geçtiğini görmeye başlıyoruz. Bu kendisini daha sonrasında program değişikliğinde de ortaya çıkartıyor.

Mesela Sovyetler Birliği’ne bakış açısından da 1970'lere gelindiğinde artık gelenek halini almaya başlayan bir şey oluyor. Sovyetler Birliği'nde demokrasi yok söylemleri... Sovyetler Birliği'nde otoriter bir yönetim.... Avrupalı komünist partilerin en önemlileri aslında neredeyse emperyalizmin diliyle konuşmaya başlayacak noktaya geliyor. O noktaya gelinmesindeki sarhoşluğu yaratan şey işte bu demokrasi mücadelesi oluyor. Bugünün tohumları da öyle atıldı.

30’larda Fransa'da bir faşizm yok muydu, yani öyle bir risk yok muydu? Evet, zaten Fransa'da yükselen sağın tehdidine karşı da bir araya geldiler. Sadece bir dış politikanın ürünü olarak gerçekleşmedi, kuşkusuz. Ama o andan itibaren Fransız demokrasisini savunmak ön plana çıkmaya başlayınca aslında demokrasiyle de kavga etmesi gereken bir komünist parti, en temel silahlarından arınmaya başlamış oluyor.

Bazı ilginç anekdotlar da söyleyebiliriz burada. Son Cephe tartışmalarını incelerken, bir yandan da o döneme tanıklık etmiş aydınların anılarına ne yazıp çizdiklerine de bakıyordum. Aragon, Sartre, Simon de Beauvoir gibi… Çünkü bu Halk Cephesi politikası çok geniş bir aydın toplamının komünist partiye yaklaşmasını da sağlıyor. Simon de Beauvoir'ın anılarına bakıyordum. 1936'da çok ünlü bir Bastille kutlaması var. Tam Halk Cephesi ile aynı döneme denk gelen bir kutlama.

Normalde Bastille Günü kutlamalarına Fransız Komünist Partisi belli bir rezervle yaklaşır. Çünkü üç renkli bayrak vardır orada, kızıl bayrak yoktur, La Marseillaise söylenir. Halbuki Fransız onuru demek aynı zamanda bir emperyal bir onur anlamına geliyor. O tarih komünistlerin tamamen benimseyebileceği bir tarih değil. O açıdan rezervle yaklaşmıştır. Ama 1936'dan sonra kapakların tamamen açıldığını görüyoruz.

Kutlamalarda Fransa’nın iki tarihi birleştirilmeye çalışılıyor. Tamam o tarihte 1871 de var, 1848 de var ve başka dönemeçler de var devrimci geleneğin hanesine yazılan. Ama dediğim gibi Fransa’da cumhuriyetin tarihi başka öğeler de içeriyor. Ve bu kadar hızlı bir şekilde kültürel bir adaptasyon, sarhoşlatıcı bir etki de yaratıyor diyebiliriz. Simon de Beauvoir'ın anısında, “Biz Sartre'la dışarıdan gözlüyorduk” diye ifadeler var. Bu, geçişin ne kadar hızlı olduğunu da anlatıyor. Bu sonrasında da, politikada da kendisini göstermeye devam ediyor, “Biz artık demokrasiyi savunacağız, Fransız Cumhuriyeti'ni savunacağız faşistlere karşı” diye. 

Bu büyük bir sempati yaratıyor Fransız Komünist Partisi'ne yönelik, bunu söylemek lazım. Öte yandan unutulan bir şey var. Fransa'da, o dönemin faşizmini biz klasik faşizm olarak adlandırırız. Bunun bir nedeni var. Klasik faşizm aynı zamanda Parlamento'ya, parlamenter demokrasiye, burjuva demokrasisine karşı unsurları da içererek ortaya çıkıyor. Yani sisteme karşı bir yön taşıyor ve siyaseti sokağa taşıyacak unsurlar bunlar. Bunları Nazizmin yükselişinde zaten görüyorduk. Fransa'da da benzer şeyler var.

Bu açıdan bir komünist partisinin, yani sistemi yıkmak, düzeni değiştirmek isteyen ve aslında burjuva demokrasisine karşı mücadele eden bir partinin bir yerden sonra demokrasiyi fazlaca savunmaya başlaması kendi devrimci programı, arzuları açısından da bir problem haline geliyor.

Dediğim gibi bu bir geri adım ve Sovyetler Birliği'nin savunulması çok ön planda ve doğru olan da bu. Ama bu geri adımlar daha sonrasında “Bu bir geri adımdır ve artık terk ediyoruz” denilmediği için ve devamlı hale geldiği için problem olmaya başlıyor. Söz konusu uzlaşma çizgisi de aslında bu tarihe yaslanıyor diyebiliriz.

TKP PM Üyesi Anıl Çınar

İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da yine değişen koşullar var kuşkusuz. Savaş Sovyetler Birliği’nin zaferiyle tamamlanıyor. Savaşın sonuçları Avrupalı komünistleri hangi yönlerden etkiledi? Fransa ve Avrupa’daki demokrasi mücadelesine eğilim savaş sonrasında kendisini nasıl gösterdi?

İkinci Savaş sonrası Avrupa’ya bakışla ilgili aslında çok temel bir değişim var. Sovyetler Birliği ilk kurulduğunda, yani Bolşevikler iktidarı ele geçirdiğinde Avrupa'da bir devrim de bekleniyor. Hatta bunun için epey bir çaba sarf ediliyor. Devrimin geriye çekilmesinden sonra öncelik değişmeye başlıyor ama hep orada bir devrim arayışı var.

Öte yandan Sovyetler Birliği'nin kuruluşu, daha sonrasında İç Savaş'ın yaşanması ve sonrasında İkinci Dünya Savaşı'nın gerçekleşmesi çok büyük travmalar. Daha dünya devriminin istenildiği gibi aranamadığı bir noktada sürekli bir savaşla karşı karşıya kalmış ve 30 milyona yakın insanını kaybediyor Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı'nda.

Öncesindeki iç savaşta Komünist Parti en önemli kadrolarını kaybediyor. Çok ciddi saldırılar ve bütün emperyalist ülkelerin dahil olduğu saldırılar bunlar. O açıdan emperyalist bloka karşı muazzam bir uyanıklık var. Bu açıdan ilk başta tek ülkede sosyalizmin kuruluşuna odaklanılıyor. Doğal olarak bu başka yerlerde devrime değil bir koruyucu kuşağın arayışına denk düşüyor. Bu normal ve doğru bir politika.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise şöyle bir durum var. Savaş bitti ama iki tane bomba atıyorlar Japonya'ya. O bombaların bir amacı da “Bizim artık büyük silahlarımız var ve sizi mahvederiz” mesajıyla Sovyetler Birliği'ne bir güç gösterisi yapmak.

Bu Sovyetler Birliği için çok büyük bir uyarıydı. Sovyetler Birliği de bu dönemde zaman kazanmaya çalışıyor. Bir üçüncü savaşla yani İkinci Dünya Savaşı'nın bitimini izleyen bir üçüncü savaşla Sovyetler Birliği'nin boğulması gibi bir tehlike vardı. Bu açıdan Sovyetler Birliği’nin Avrupa'ya bakışı değişmek zorunda kalıyor.

Avrupa'da savaş döneminde çok önemli komünist güçler, devrimci hareketler yükseliyor. Özellikle de direnişin örgütlenmesi sırasında ve işçi sınıfıyla kurdukları bağlar açısından Fransa’nın yanı sıra İtalya, Yunanistan var. İspanya'nın Franco ile mücadele eden bir mücadele geçmişi var, Portekiz var...

Buna rağmen Avrupa'ya emperyalizmi fazla kışkırtmayacak bir politikayla bakılmaya başlanıyor. Bunun ürünlerini görüyoruz. Yani İkinci Dünya Savaşı biterken antikomünistlerin çok kullandığı bir argüman var Sovyetler Birliği'ne karşı, “Dünyayı bölüştüler, Avrupa'yı bölüştüler” gibisinden.

Halbuki sahadaki orduların varlığına bakıldığında Avrupa'nın yarısı İngiliz ve Amerikan orduları tarafından işgal edilmiş durumda. Örneğin Yunanistan'a baktığımızda, Yunan komünistler hem kralcılara karşı hem de İngilizlere karşı mücadele veriyorlar.

Bu açıdan Sovyetler Birliği'nin yapabileceği çok bir şey de yok oradaki devrimi zorlamak açısından. Ama bu bir rahatlık yaratıyor. Konuştuğumuz gibi, Avrupa'daki komünist partiler bazı arızalarla ve eğilimlerle boğuştukları için her türlü geri adım, her seferinde bir sağ politikanın adapte olmasını, kendini güçlendirmesini mümkün kılıyor.

Böyle bir Avrupa'ya baktığınızda devrim arayışının güçsüzleştiği bir toplamda komünistlerin ne yapmasını beklersiniz? Yani devrimci bir mücadele için enerji toplama kaynakları ona göre bir stratejiyi yoğurmak yerine bu sistem içerisinde adım adım güçlenerek bir yol tutturma arayışı.

Bu aslında bizim Alman Sosyal Demokrat Partisi'nde Bernstein'in olduğu yıllarda çok yakından gördüğümüz bir şeydi. “Biz bu sistem içerisinde güçleniyoruz. Burjuva demokrasisinin olanaklarını kullanarak bu düzeni değiştirmek için yeterli mevzi elde edebiliriz. Artık sosyalizm bir devrimin, bir altüst oluşun ve hatta zor aygıtlarının ön planda olacağı bir devrimle değil, böyle adım adım gerçekleşecek” fikri yeniden canlanmaya başlıyor Avrupa komünist hareketinde.

Şimdi burada iki taraflı bir besleme var, onu burada söylemek lazım. Avrupa’da komünist hareketler zaten en başından beri buna hazırlar. Ama Sovyetler Birliği'nde de Hruşçov'un liderliğinde “barış içerisinde bir arada yaşama” gibi bir politika artık adı konularak resmileştiriliyor.

Yani bu politika Sovyetler Birliği'ne zaman kazandıracak bazı yönler taşıyor kuşkusuz. Başka açılardan da bakabiliriz ama burada çok ileri gidildiğini görüyoruz. Yani barış içerisinde bir arada yaşamının teorileştirilmesi demek bir sosyalist iktidarı, bir devrimci partiyi bütün silahlarından arındırmak anlamına geliyor.

Çünkü emperyalistler bunu görüyorlar. Daha en başından anlaşmaya uygun bir sosyalist iktidar olduğunu, kavgayı erteleyecek bir gözle dünyaya bakan bir sosyalist hareket olduğunu gördükleri sürece bunu kullanmaya başlayacaklar.

Bunun fazlası da var. Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nde de bir eğilim var. 2. Dünya Savaşı'nın ve öncesindeki zorlukların travmasının üstüne binen, bu travmayı Stalin kültüne saldırarak aşılabileceğini düşünen, aslında bir normalleştirme girişimini başlatmaya çalışan bir eğilim orada güçleniyor.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi çok köklü ve zaten bir devlet partisi. O açıdan bu eğilimlerin uzun vadede devrimci bir yola, bir mücadele yönüne evrilmesi beklenebilir. Ama Avrupa partileri böyle değil.

Burada ilginç anekdotlar söyleyebiliriz. Bizim tarihe bakarken gördüğümüz hep bir Mihail Suslov karakteri vardır. CIA belgelerine baktığımızda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin arka plandaki asıl ideoloğu olarak politikaların arkasındaki isimlerden biri olarak bilinir. Artık ideolog ne demekse… Ama sonuçta Suslov Avrupa ile kurulan temasta ve hatta Çin ayrışmasındaki argümanların oluşmasında da belirleyici isimlerden.

Ve örneğin Suslov'un barış içerisinde bir arada yaşamaya ya da Avrupa'daki komünist hareketlerin daha sonrasında Avro-komünizme varacak hareketlerine karşı sözlerine baktığımızda, evet bir uyanıklık var ama bir açıdan da geçişleri olduğunu görüyoruz. Bir tür dengecilik…

O açıdan iki eğilim birbirini besliyor. Yani Sovyetler Birliği Partisi'nde ortaya çıkan eğilim, Avrupa partilerinde çıkan eğilim birbirini besliyor ve sonuçta ortaya böyle bir Avrupa çıkıyor. Yani devrimi aramayan partiler ve dünyaya da o gözle bakan partiler.

Burada da bir soru ortaya çıkıyor. Yani siz bir komünist parti olarak devrimi aramıyorsanız, bütün güçlerinizi ve kaynaklarınızı ona göre seferber etmiyorsanız, kendinizi sistemin dışında tutmuyorsanız ne yaparsınız? Sistemin içerisinde adım adım güçlenecek bir stratejik yol izlemeye başlarsınız.

Bu da o sistem adına işlenen bütün suçların bir yerinde sizin de isminizin yer aldığı anlamına geliyor. O açıdan zaten Avrupa'daki komünistlerin güçsüzleşme sürecine baktığımızda kendilerini artık parlamenter manevralara, oy oranlarına ve ittifaklara tamamen kaptırmaya dönük bir eğilim gözlüyoruz. Bunlar da zaten komünist partileri diğer partilerden ayıran bütün özelliklerin ortadan kalkması anlamına geliyor. Günün sonunda da zaten bu partilerin artık sosyal demokratlarla birleştiğini ve başka sosyal demokrat partiler ortaya çıkardığını görüyoruz.

1936 deneyimine dönecek olursak... Bugün oluşturulan blokun ismini aldığı, Fransız komünistlerin de içerisinde bulunduğu Halk Cephesi iktidara geliyor. Bu dönemde, ekonominin devletleştirildiği, işçi sınıfının hak mücadelesinin sivrildiği bir aralığa tanık oluyoruz. Ancak kısa bir süre içerisinde yaşanan ekonomik kriz, hükümetin hızlıca çözülmesine neden oluyor. Bu dönemi koşullarıyla beraber nasıl ele alabiliriz?

Bu güzel bir soru. Fransa ekonomisi diğerleriyle, Almanya'ya kıyasla ya da İngiltere'ye kıyasla daha az sanayileşmiş bir ülke. Köylülüğün de ağırlığı fazla görece. Ya da sanayi çıktısının oranı daha az. Toplamda bakıldığında, 29 buhranının daha geç yaşanmasına ve daha zor atlatılmasına neden olacak unsurlar barındırıyor Fransa ekonomisi en başta. Bu açıdan 29 krizi biraz geç geliyor Fransa'ya.

Ama burada 20'lerden farklı olarak 30'larda da Fransa açısından ayırt edici bir şey daha var. Özellikle de Paris'in etrafında yeni sanayi merkezleri açılıyor. Otomobil fabrikaları var,
Başka büyük fabrikalar var. Bunlar binlerce işçi çalıştırıyor. Genç işçiler bunlar, yani 20'lerden biraz farklı olarak daha genç bir işçi kuşağı var.

Öte yandan, Fransa'nın hakim siyasi sisteminde işçi sınıfı kendi siyasi varlığını gösteremiyor. Bu da bir gerilim yaratıyor.

Halk Cephesi politikası birkaç şeyin ürünü olarak gerçekleşmişti, ama aslında bir dış politika gereksinimi olarak ortaya çıkmıştı, sosyalizmi savunması için. Ama 36'nın başına çok başka şeyler de öne çıkıyor. Muazzam ölçekte grevler ortaya çıkıyor. Bu grevler Fransa tarihinde daha önce görülmemiş ölçekte grevler. İşçi sınıfı da büyüyor. Komünist Partisi de artık işçi sınıfıyla organik bir ilişki kurmaya başlıyor. Fransa daha önce görülmemiş, belki 68'deki hareketliliklerle karşılaştırabilecek kadar büyük grev hareketleriyle karşılaşıyor.

Sosyalistlerin başındaki Léon Blum oldukça ünlü bir lider bir açıdan. Aslında Fransa'ya bir tür yeni anlaşma getirmeye çalışıyor. Amerika'da “New Deal” olarak ortaya çıkan şey. Bu gerilimi geçici olarak bir yöne doğru bağlamak, yani aslında iki sınıf uzlaştırmak açısından uygun politikaların temsilcisi olarak ortaya çıkıyor. Bu grevler, böylece büyük sermayedarların o anlık geri adımıyla bağlanıyor.

Bunu şu açıdan hiç küçümsemeyelim. O güne kadar Fransız işçisinin zaten haftada 40 saatlik iş günü yoktu. Ancak bu anlaşmayla, yani işçilerin mücadelesiyle kazanılıyor Fransa'da. Aynı zamanda hafta sonları ücretli izin ve tatil hakkı kazanılıyor. Bu muazzam bir kazanım anlamına geliyor onlar için. Daha önce kıyılara inip denize girememiş bir sınıftan bahsediyoruz.

Ancak yazın tatile giden ve ücretleri artan bu işçi sınıfı, tabir uygunsa yazın dönüşünde bir enflasyonla karşılaşıyor. Ücretlerin aslında hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkmaya başlıyor. Fransız ekonomisinin bu içine girdiği sıkışmaz durumu aşmak için hükümet bir oyalama siyaseti izlemek zorunda kalıyor ve 38'e kadar bir şekilde dengede tutmaya çalışıyorlar.

Ama sanayicilerin ve büyük sermayenin intikamı geliyor. Çünkü Fransa'nın bir açıdan da rekabet etmesi lazım. Fransa'nın parası Frank'ın dalgalanmasının artık önüne geçilmesi için bir stabilizasyon gerekiyor. Böylece, mevcut ekonomi politikalarının işe yaramadığı ortaya çıkmaya başlıyor. Dahası işçi sınıfına çok fazla ödün verildiği anlaşılmaya başlanıyor.

Bir de bunun duygusal bir tarafı da var. O güne kadar bu tür ayrıcalıklardan hep Fransa'nın zenginleri yararlanmış. “Cumhuriyet bizim, demokrasi bize çalışıyor” diye bakanlar artık işçi sınıfını görmeye başladıklarında ayrı bir sınıf kini de oluşuyor.

Bunun intikamı oluyor. Yani o döneme kadar bu politikaların ürünü olarak sermayelerini dışarıya kaçırıyorlar. Bir sınıf savaşı yaşanıyor orada, bir şekilde uzlaşmaya bağlanmak üzere. Artık bağlanamayacağı noktada zaten ipler kopuyor. Léon Blum istifa ediyor, Halk Cephesi de ortadan kalkıyor.

Buraya ekonomik durumun ötesinde başka bir şey daha eklemek lazım diye düşünüyorum. Aynı dönemde İspanya İç Savaşı yükseliyor. Çok temel bir gündeme haline geliyor Fransa'da. Fransız kamuoyunda Franco’ya karşı İspanya’ya silah yollanması gerektiğine yönelik talep oluşuyor.

Ancak, o liderlik koltuğuna oturduğunuzda kendi düşüncelerinizi değil, kapitalizmi ihtiyaçlarını düşünmek zorunda kalırsınız. Léon Blum, anlatılanlara göre gözleri dolarak silah yollayamam, “yapamam” diyor. Yollayamamasının bir nedeni var. O da Blum hükümetinin ABD ve İngiltere ile kurduğu bağ.

Bunun Sovyetler Birliği ve emperyalistlerin iki yüzlülüğü açısından da bir karşılığı var. İspanya İç Savaşı'nın büyümemesi ve dünya savaşına dönüşmemesi argümanıyla Fransa’nın silah yollamasına engel olan ABD ve İngiltere, işler Hitler'in kendi komşularına saldırması olduğunda görmezden gelebiliyorlar. Bu ikilemler Blum hükümetini düşürüyor.

Bu gelenek 2. Dünya Savaşı sonrası devam ediyor. Avrupa'da sosyal demokratlar, sosyalistler aslında Atlantik çizgisine oldukça sıcak bakan ve kim zaman da oldukça organik bağlar geliştiren bir siyasi hareket olarak serpilmeye başlayacak.

Bu da zaten de Gaulle dönemi ve sonrasının aslında temel problemlerinden birini oluşturuyor.

O halde yeniden bugüne dönelim. Halk Cephesi politikalarının ortaya çıktığı dünyayla bugünkü dünya aynı mı? Bugünkü Halk Cephesi niye yeniden ortaya çıktı? 

Burada iki şey var. Bir tanesi dünyanın durumu, diğeri de parlamentonun konumuyla ilgili.

1936'daki Halk Cephesinin ortaya çıktığı dünya, emperyalistler arasında bir gerilimin, bir çatışma dinamiğinin ortada olduğu bir dünya. Almanya ve İtalya, emperyalist hiyerarşide başka bir rol düşündükleri için savaşıyorlar.

Sovyetler Birliği de, bütün emperyalist kampın kendisinin üzerine dönmesindense emperyalistler arası bu çatışmanın kullanılması gerektiği gibi gerçekçi bir dış politikayla dünyaya bakıyor ve ilk Halk Cephesi bu politikanın ürünü oluyor.

Fransız komünistleri de burada bir açıdan devrimci diyebileceğimiz bir görevle Sovyetler Birliği'ni böyle bir dünyada korumak göreviyle hareket ediyorlar.

Bugün baktığımızdaysa Avrupa'da hangi siyasi partinin hangi çizgide olduğu konusunda ben açıkçası bir şey söyleyemiyorum.

Mesela Le Pen Rus dostu mu bilmiyorum. Ya da Fransa'daki bu yeni Halk Cephesinin unsurları, Avrupa, Avrupa Birliği, Atlantik'in konumu hakkında tam olarak ne düşünüyorlar? Karşıdan bakınca anlaşılmıyor gerçekten.

Aslında bu büyük bir ikilem. Bütün dünyayı kavuran, millicilik ve özgürlükçülük ikilemi.

Bundan da ortaya çıkıyor ama sonuçta bugünkü Halk Cephesi’nin farklı bir dünyada olduğunu da söylemek lazım.

İkincisi ise parlamentonun konumu ile ilgili. Bizim klasik faşizm dediğimiz şeyin klasik olmasının nedenlerinden bir tanesi devrimci hareketlere karşı ortaya çıkmış olması. Ancak yöntemleri de devrimci hareketlere benziyor.

İçlerinde liberalizme karşı, parlamentoya, Almanya'da Weimar Cumhuriyeti'nin sosyal demokrasisinin işlemezliğine karşı, yani sisteme ve düzene karşı en azından görüntüde de olsa bir unsur taşıyor bunlar içerisinde ve siyaseti sokağa yayıyorlar.

Sokakta siyaset yapıyorlar, komünistlerin de yaptığı gibi. Parlamentodan almıyorlar ilk başta güçlerini.

Fransa'da da benzer bir şey var. Radikaller kendi içerisinde bölünüyorlar. Fransa'daki Üçüncü Cumhuriyet’in ve parlamentonun ne kadar işleyebileceğine dair soru işaretleri ortaya çıkmaya başlıyor. Onu önceleyen Dreyfus, Stavisky gibi bir takım vakalar var da elbette. Bu soru işaretleri parlamentoya dair problemler üretmeye başlıyor. Faşizm kendisini parlamentonun dışından güç devşirecek bir şekilde güçlendiriyor. 

Bugün baktığımızda ise Fransa'daki Le Pen’in partisi, parlamenter bir sistemin içerisinde güçlenen ve hedeflerini orada gözeten bir parti olarak ortaya çıkıyor. Almanya'da AfD de öyle. Bunlar parlamentonun kanatları altında güçlenen partiler ve aslında baya devletin içerisinde güçlenen partiler.

Bu açıdan bakıldığında solcuların biz burjuva demokrasisini ayırıyoruz faşizmden demeleri bir açıdan tarihsel olarak doğru olmakla birlikte, bugünkü koşullarda anlamını yitiriyor. Söz konusu burjuva demokrasisi faşizmi üretiyor işte. Gördüğünüz gibi parlamentonun içerisinde güçlendiriyor hatta. Sizin o çok içinde yer almak istediğiniz ve orada güçlenirsek bunları engelleriz dediğiniz parlamento işte sağ hareketleri kendi bağrında güçlendiriyor.

Bizim komünistler olarak tercihimiz her zaman için gerçekten de faşizmin sistem karşıtı, düzen karşıtı, işte burjuva demokrasisinin karşısında duracak bir pozisyon almamasıdır. Ama bu istek ne zaman bir anlam kazanır? Komünistler de sistem ve düzen karşıtı, parlamenter budalalıklara girişmeyen bir devrimci strateji izliyorsa gerçekleşir.

Avrupa'da gördüğümüz şey bu olmadığı için ortada çok tuhaf bir problem var. Bu problem Macron gibi tuhaf figürleri hâlâ orada tutabiliyor.

Bunlardan yola çıkarak biraz da ülkemizden bahsedelim. Fransa’daki gelişmeler ışığında, Türkiye solunun bugünkü durumunu nasıl değerlendirebiliriz? Bir yandan da Türkiye Komünist Partisi’nin sosyal demokrasiye olan mesafesi ortada. Türkiye’nin devrimci hareketleri tarihten ne gibi dersler çıkarmalı, bu dönemde nasıl bir yol izlemeli?

Eğer devrimci hareketler, devrimci siyasi çizgiler, devrimci stratejilerini dışarıdan güç alma ya da kendilerinin sahip olmadığı güçleri başka yerlerden kompanse etme arayışıyla dünyaya bakarlarsa büyük hatalara kapı ararlar. Tamam bunun dünya içerisinde bir gerçekliği yok değil. Az önce konuştuğumuz gibi, emperyalistler arası çıkar çatışmasına yararlanmadan bir devrim yapılamaz. Ancak stratejinizi bir kere dışarıdan güç almaya bağlar, kendi güçsüzlüğünüzü o şekilde kapatmaya başlarsanız o zaman işler değişmeye başlıyor. Avrupa'da olan da bu, Türkiye'de olan da bu.

Türkiye'de olan çok açık. Solun Türkiye’de her zaman etkisi var, ancak bir psikolojik güçsüzlük yaşıyor. Bu güçsüzlük bir yandan dünyadaki diğer devletlerin açtığı alana tamamen yamayarak, bu belki Rusya olabilir, Çin olabilir, oradan kendilerini güçlendirme arayışına itebilir. Diğer yandan da mevcut burjuva demokrasisinde nefes alanları aramaya çalışma eğilimi görülebilir.

Burada şuna dikkat çekmek gerekiyor. Kimse size bedava bir nefes alanı tanımaz. Yerleşebileceğiniz bir boşluk yaratılır, siz oraya yerleşirsiniz, güçlendiğinizi zannedersiniz. Örneğin, CHP çok uzun süredir sosyal demokrat bir parti olmadığı için, her ne kadar bu dönemde biraz değiştirmeye çalıştırsa da görüntüsünü, CHP'nin solu diyebileceğimiz alanda bir boşluk yaratıyor. Türkiye'deki sosyalist partiler bu boşluğu görerek, “Ben burada güçlenirim” diyerek oraya atladıklarında aslında güçlenmiş olmuyorlar, düzenin o boşluğunu düzen adına kapatmış oluyorlar. Bu da kendilerinin ölüm fermanı anlamına geliyor bir açıdan.

Problem şurada, Türkiye'de hiçbir sol hareket bitmiyor, hiçbir parti de yok olmadığı gibi. Bu sol hareketler işlevleniyorlar, aslında halkı ikna etme görevi ortaya çıkmış oluyor.

Şimdi 1936'nın Halk Cephesi’ne baktığımızda, o dönemin gerekli politikası olmakla birlikte, objektif olarak baktığımızda, Fransa'yı zor bir dönemeçte kontrol altında tutan bir dönem var. Léon Blum'un başında olduğu dönem, sermayeyle işçi sınıfını uzlaştıran, Fransa’daki 29 Buhranı'nın gecikmiş tepkilerini de görece yumuşatan bir dönem. Bugün Fransa'daki yeni Halk Cephesi ne işe yarayacak? 

Macron'un girdiği çıkmaz ve Yeni Sağ denilen şeyin yükselişi. Burada yeni bir dönem var. Bir yandan Rusya-Ukrayna Savaşı'nın yarattığı gerginlik, bir yandan göçmen sorunu, bir yandan ücretlerin düşmesi, enflasyonun artması... Böyle bir dönemin yönetilebilir kılınmasından başka bir şey işe yaramayacak ve aynı zamanda çok geniş bir kitleyi seçimlere, yani sokağa ve örgütlenmeye olmaktan ziyade seçimlere ve demokrasi oyununa kitlemiş olacaklar.

Türkiye'de yaşanan da bu oldu ve bu olmaya devam ediyor. Şimdi parlamento da düzenin meşruiyetini sağlayan bir organ haline geldi. Türkiye'de de parlamentoda güç kazanma, yani birinci sıraya bu yazılırsa, oy kazanmak temel motivasyonla yapılırsa ya da sosyal demokrat kanat altında bir ağ kurarak güçlenmeye bakılırsa böyle bir sonuç ortaya çıkacak.

Biz bu açıdan çok tarihsel ve temel bir ayrımla dünyaya bakıyoruz. Yani sosyal demokrasi günün sonunda burjuvazinin hareketidir. Yani tarihsel serüveni boyunca oraya evrilmiştir ve artık öyledir. Bu açıdan solun güçlenmesine falan yaramaz. Aksine bir dönemin yönetilebilir kılınmasına ve daha da kötüsü sol adına yönetilebilir kılınan bir dönemden sonra belki de sağın güçlenmesine neden olur.

O açıdan komünistler, bir parti, siyasi hareket olarak sosyal demokrasiden her zaman için bağımsız ve hatta stratejisinin bir yerinde sosyal demokrasinin etkisi kırılmadan hiçbir devrimin başarıya ulaşmayacağını bilerek hareket ederler.

Bizim 1920'lerde gördüğümüz, Avrupa'da gördüğümüz temel ders de buydu aslında. Almanya başta olmak üzere, Avrupalı komünist partiler sosyal demokrasinin işçi kitleleri, geniş halk kesimleri üzerindeki etkisini kıramadığı sürece bir devrimci durum başarıya ulaşmayacaktı. Bugün bir devrimci durum yaşamıyoruz elbette ama yaşanan da bir açıdan bu.

Yani burada etkisini kırmanın ötesinde artık şu noktaya gelmiş durumdayız. Sosyal demokrasinin ne olup olmadığını da anlatmak durumunda kalıyoruz. Bu açıdan bizim politikamız biraz da bununla da ilgili, bu dersler ışığında baktığımızda.