La Paz’a içlerinden birilerini gönderiyorlar, evet. Ama güneşi zaptedemiyor, çukurun tepesine çökemiyorlar. İsimsizler bir kahraman arıyor, birlikte kahraman olamıyorlar.
Dünyanın tepesine çıktığınızda, imgelemler de tersine dönebiliyor.
Güçlüler yukarıdadır hayal dünyamızda, bizden yüksektedirler hep. Ezilen, altta kalır. Zengin el üstündedir, yoksul ayaklar altına alınır.
Eskiden beri böyle kurarız kafamızda. Binlerce yıllık mitolojilerde cennet bile yedi kattır, yükseldikçe nuru artar, Zeus olsun Ülgen olsun gökte yaşar. Aşağısı, yerin altı, cehennemdir.
Gariban, içinde bulunduğu konumdan çıkmaya çabalar, tırmanmak için tırmalar.
Bong-Joon Ho’nun “Parazit” filmi, bu sınıfsal ikilemin fiziki karşılığını sinema perdesine görsel olarak başarıyla yansıtır. Zengin zirvede, yoksul diptedir.
Dünyanın en yüksek şehirlerinden La Paz’da vaziyet, bunun tam tersidir.
Zenginler aşağıda, vadide, çukurdadır. Yoksullar tepede, ucu bucağı olmayan Altiplano platosunda yaşar.
Zenginlere tepeden bakarlar. Her an üstlerine çöküvereceklermiş gibi gelir insana.
Çukur bir şekilde ayakta kalmayı başarır.
* * *
Bolivya, And Dağları’nın tepesinde, Latin Amerika’nın zirvesinde bir ülke. Başkent La Paz, 3600 metre rakımda, dağların arasındaki bir vadide yer alır.
İspanyollar 1500’lerde vadiye yerleşti, zaman içinde yerli halkları buralardan sürdü. Yalnızca zenginlere hizmet edenler kaldı.
Dünyanın o taraflarına yola çıktıklarında, koca kıtada Afrikalılar ve yerli halkları ölesiye çalıştırıp şeker üretmek akıllarından geçmiyordu. Peşinde oldukları madendi, en fazla da altın. Aradıklarını Bolivya’da buldular.
La Paz giderek büyüdü. Vadinin tümünü kapladı. 1900’lerde hizmet etmesi gerekenlerin sayısı giderek arttı. Vadide yer yoktu onlara. Yer yer yarım kilometre yüksekliğinde keskin bir uçurumun tepesindeki düzlüğe yerleşmeye başladı, La Paz’da çalışacak olanlar. El Alto kenti ortaya çıktı.
Uydukentti burası. La Paz güneş, El Alto aydı. Tüm dünya, vadinin etrafında dönüyordu. Bolivya’nın emekçileri, patronların etrafında dört dönüyordu.
* * *
La Paz’ın havası elbette hep günlük güneşlik olmadı. Daha 1700’lerde Tupac Katari, iki defa yukarıdaki platoda dağınık halde yaşayan yerliler arasından güç topladı, aşağı inip vadiyi kuşattı. İspanyollar sayıca kalabalık değildi, ama hep direnişçilerden işbirlikçiler devşirmeyi, Tupac Katari’ye ihanet edecek birilerini kendi saflarına çekmeyi başardılar. Tupac Katari iki defa yenildi. İkincisini yaşamıyla ödedi.
Zamanla, dengeler değişti. 1900’lerde El Alto uydukenti, giderek kalabalıklaşmaya başladı. Komünist Partisi, işçi sınıfı arasında yayılıyordu. Vadiye çökme girişimleri, çukurdakilerin askeri darbeleriyle önlendi.
İkinci bin yılda El Alto’nun nüfusu La Paz’ı geride bıraktı. Vadide yeşillikler içinde İspanyollar’dan kalma neoklasik binalarla ABD’lilerden esinlenen modern gökdelenler, madencilikten kazanılan paranın döndüğü merkezdi. Platoda, henüz bitmeyen binalara daha az vergi ödendiği için sıvasız boyasız kiremitleriyle, para bulur bulmaz bir kat daha çıkma hayali kurulan çatısız evler, emeğini satarak geçinenlerin sığındıkları çeperdi.
Icíar Bollaín’in “Yağmuru Bile” filmi, 2000’lerde El Alto’daki Bolivyalı yoksulların, özelleştirilmek istenen suyu, suya erişim hakkını savunma mücadelelerini çok güçlü bir öyküyle anlatır.
2004-2005’teki “su savaşları”nda bilenen yoksullar, 2006’da kendilerinden birini, Evo Morales’i ülkenin başına getirmeyi başardı.
Tepeden baktıkları vadinin kalbine, içlerinden birini soktular. El Alto, galip gelmiş görünüyordu.
* * *
Ama herkes yerinde kaldı. Çukurdakiler, konumlarını korudular. Platodakiler artık biraz daha tepeden bakıyordu, ama El Alto’nun altyapıdan mahrum, kilometrelerce dümdüz uzanan sokaklarını kuşatan sıvasız, boyasız, çatısız kiremit evlerde yaşamayı sürdürüyordu.
Morales, La Paz’daki hükümet binalarına yerli halkların çok renkli bayrağını astığında, zaferin tamamlandığını sanıyordu. Mücadele sınıfsal bir hesaplaşmaya dönemiyor, yerliler kendi sembollerini zenginlerin gözüne soktukça gururları okşanıyor, karşıtlık bir kimlik mücadelesi içinde giderek bulanıklaşıyordu.
Plato hizmet etmeyi, vadi de komplo kurmayı sürdürüyordu.
2019’da bir darbeyle Morales’i ülkeden sürdüler. Bir yıllık cuntanın sonunda seçimlerde yoksullar yine galip geldi.
Bir kez daha içlerinden birini, Luis Arce’yi vadinin kalbine yolladılar, devlet başkanlığı koltuğuna oturttular. El Alto, galip gelmiş görünüyordu.
* * *
Sınıf, tanımı gereği çokluğa, kitleye, bütüne yaslanır. Kimlik, kişiseldir.
Sınıf mücadelesinin öznesi kitlelerdir. Sayısız ama isimsiz kahramanın imzasını taşır. Kimlik mücadelesi bireyseldir, yan yana gelinir ama kişiler öne çıkar.
Kitleyi kandırmak zordur, hele örgütlüyse. Bireyi ayartmak kolaydır, örgütlü olsa bile.
Lider tapıncının giderek yayılması, sınıf mücadelesinin aşınmasıyla da alakalıdır.
Geçen hafta Bolivya’da bir darbe girişimi oldu. Tuhaf, baştan kuşku uyandıran bir darbe.
El Alto’dakiler ayaklandılar, vadiye vardılar, askerin karşısına çıktılar. Az sayıdaki asker geri çekildi. Girişim püskürtüldü.
Darbe girişiminin üzerinden beş gün geçmeden, Morales, “kandırıldık” dedi. Arce, darbeyi bizzat kendisi örgütlemişti.
Yoksulların hareketinden çıkan iki lider, gelecek yılki seçimlerde rakip olacaklar. Morales Arce’yi partiden kovdu, Arce tüm parti yönetimini yasadışı ilan etti. Morales, darbe girişimini Arce’nin meşruiyet kazanmak için tezgahladığı kanaatinde.
El Alto’dakiler darbe haberi üzerine ayaklanıp vadiye vardılar, evet. Ama zaten her gün aşağıya iniyorlar. La Paz hâlâ güneş, El Alto’daki yüzbinler teleferiklerle aşağıya, hizmet etmeye gidiyorlar.
Sırtlarına geçirdikleri unku ve aksu yerli kıyafetleri kimliklerini hemen ele veriyor. Ama sayıları ne kadar çok da olsa, kitle olamıyorlar. Seçimleri kazanıyor, parti olamıyorlar. İktidara geliyor, muktedir olamıyorlar.
La Paz’a içlerinden birilerini gönderiyorlar, evet.
Ama güneşi zaptedemiyor, çukurun tepesine çökemiyorlar.
İsimsizler bir kahraman arıyor, birlikte kahraman olamıyorlar.