O sosyal demokrat cehalet, Kılıçdaroğlu’nun gitmesiyle bitmedi. Dün Deniz Gezmişleri anıp, bugün Bahçeli’yle görüşmenin “büyük siyaset” olduğunu sananlar var.
Gördüğüm anda “kesin uyduruktur” dedim.
Meslek editörlük olunca, insan bir yazının hangi kısmının nasıl bir araştırmanın ürünü olduğunu, nelerin hakikaten üzerine kafa yorulmuş unsurlar, nelerin sırf hava atmak için araya sokuşturulmuş atıflar olduğunu daha kolay seziyor.
Ama, aslına bakılırsa, bu sezgide editörlük deneyiminden çok, yazıda imzası olan kişiyi tanımamın etkisi vardı.
Kemal Kılıçdaroğlu’nu yani.
Geçenlerde T24’te bir yazı yazdı. Orada okumadıysanız, pek derinlikli medyamız en önemli unsurunu süzerek yazıyı “Kılıçdaroğlu haram diye saraydaki kurabiyeleri yememiş” şeklinde haber yaptı, belki gözünüze çarpmıştır.
İşte o yazıda geçiyordu şu paragraf:
“Saray, monarşik ve otokratik yönetim biçiminde devlet sisteminin merkezidir. Saray sözcüğü hem hükümdarlık makamı ve kurumsal çevresini hem de mekânını içeren soyut ve somut anlamlar taşır.” Bu tanımlama Dr. Nesrin Taşer’in bilimsel bir makalesinde yer alıyor. (Türk Kültüründe Saray Kavramı ve Geleneksel Saray Mimarisinin Gelişimi)"
Suya tirit bir alıntı, hemen ardından “bakın ben makaleler, üstelik de bilimsel makaleler okuyup yazıyorum” böbürlenmesi…
Arama motoruna yazdım. Elbette, beklenen sonuç: Kılıçdaroğlu’nun belli ki pek bir sevinerek ve övünerek yazısına aldığı kısım, makalenin bile değil, makalenin özetinin ilk iki cümlesi.
Zaten Kılıçdaroğlu’nun (veya onun imzasıyla yazıyı yazan danışmanın) makaleyi okumuş olması tuhaf olurdu, zira makale, tamamen teknik bir sanat tarihi makalesi. Üstelik, başlığını da yanlış yazmışlar, makale Osmanlı öncesi saray mimarisi üzerine… Dileyen makaleye şuradan erişebilir: https://dergipark.org.tr/tr/
Diyeceksiniz ki, “amaaan, niye bu kadar üzerinde durdun bunun?”
Çünkü Türkiye’deki sosyal demokrasinin Mariana Çukuru’ndan derin cehaletini kavramak, Türkiye’nin çıkışını kavramanın gerek şartı.
Komünistleri “gerçekçi olmamakla” suçlayanlar, yıllarca ancak bu sosyal demokrat cehaletin ülkeyi yönetebileceğini sayıkladılar.
Oysa biz onlara hatırlatmalıyız. Devlet yönetmek, ciddi iştir.
Cehalet, yazdığı yazıya uyduruk atıflar ekleyip çocukça bilgili görünme çırpınışlarından ibaret değildir.
Aynı yazının devamında şöyle diyor Kılıçdaroğlu: “Ben, rahmetli Demirel, rahmetli Erbakan, rahmetli Ecevit gibi demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasi rakiple değil, yargısıyla, askeriyesiyle, istihbaratıyla ‘BAAS’ partisi benzeri, devletleşmiş bir yapıyla mücadele ettim.”
Düzen muhalefetinin devrik lideri, AKP’ye baktığında kapitalizm ve sermaye egemenliği değil, “saray” ve “BAAS partisi” görmektedir.
BAAS, malum, Suriye’de iktidar olan partidir.
Kılıçdaroğlu 2010’da CHP’nin başına geçti. 2011’de “Arap Baharı” başladı, Türkiye hızla Suriye’ye gayriresmi savaş ilan etti. 2014’te ortaya çıkan ses kaydını hatırlayalım: İddiaya göre Hakan Fidan, “Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesi’ne de saldırtırız” diyordu. Toplantıda, Kılıçdaroğlu’nun sevgili müttefiki Ahmet Davutoğlu da bulunuyordu.
Demek Erdoğan değil Kılıçdaroğlu’na kalsa, daha bir şevkle saldıracaktı Suriye’ye…
Fakat, esas anlamamız gereken bu da değil. Dedik ya, devlet yönetmek, ciddi iştir. İktidarı istemek, iktidara hazırlanmak da öyledir, belki daha da ciddiyet ve titizlik gerektirir.
O yüzden anlamak ve anlatmak zorundayız.
BAAS partisi 1940’larda kuruldu. Kimi sosyalizan vurguları vardı, esas olarak Arapların birliğini hedefliyordu.
Özellikle Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra BAAS, hep Batı’yla yakınlaşmanın yollarını aradı. Baba Hafız Esad, 1991 Körfez Savaşı’nda Irak’a karşı ABD’den yana tavır aldı. 11 Eylül’ün ardından Suriye istihbaratı, CIA’yle bilgi paylaşıyordu. Saddam’a karşı başlatılan savaş, süreci sekteye uğrattı. ABD’yle doğrudan müzakere kapıları kapandı.
Devreye Türkiye girdi.
2000’ler, şimdilerde pek övülen “AKP’nin ilk yılları”ydı. Türkiye, bölgede batının taşeronluğuna soyunuyordu. En açık örnek, BAAS’la ilişkilerdi. Önce o dönemki Başbakan Erdoğan, sonra o dönemki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Şam’a gitti. Taşeronluk, ticaret ve siyaseti gerektiriyordu. Türkiye bir yandan ticaret hacmini hızla artırıyor, diğer yandan Suriye’yi “hür kapitalist batı dünyası”nın parçası olmaya çağırıyordu.
Aşağıda, bu durumun ticarete nasıl yansıdığını görebilirsiniz: Erdoğan-Sezer ziyaretlerinden sonra, 2011’deki savaşa kadar Türkiye’nin ihracatı fırladı.
Hatırlanacaktır, o dönem Beşar Esad, Erdoğan’ın dilinde “kardeşim Esad”dı. Birlikte ailecek tatile çıkılıyor, aralarından su sızmıyordu.
Cehalet, bu ilişkiyi, “işte BAAS partisi de AKP gibi otoriter, devletleşmiş bir parti” diye açıklar.
Gerçek, tam tersi… Kılıçdaroğlu ya bilmiyor ya hatırlamıyor ama, soL yazmıştı: O dönem AKP hükümeti, Esad’a “demokrasiye geçiş” tavsiyesinde bulunuyor, “Bakın, bizde yüzde 10 barajı var, gayet istikrarlı oluyor” diye Türkiye’deki sistemi ve çok partililiği övüyordu!
Baas partisi de liberalleşmeye çalışıyor, kendi burjuvazisine ve dış sermayeye alan açıyordu. Sonradan ayağına dolanan, tam da bu oldu.
Anlaşılmayan, şu: Türkiye’nin BAAS’la yakınlaşma taktiği, “Erdoğan’ın dehası”ndan kaynaklanmıyordu. 2000’lerin ortalarında Türkiye’nin sermaye sınıfı da, MİT de, ordunun bir kanadı da Türkiye’nin “doğuya yönelmesine” karar vermişti.
TESEV’deki iktidar kavgaları, o dönem genç Ali Koç’un doğucu vizyonuna düzülen övgüler…
Unutuldu, not aldık, tümünü baştan anlatacağız. Hazırlanıyoruz.
2000’li yılları anlamak, 2020’leri çözmenin anahtarı.
Türkiye, BAAS’çılarla yakınlaşıp ticareti artırırken, Suriye’ye müdahale kanallarını da artırıyordu. 2011’de fırsat çıkınca, kaynaklar Müslüman Kardeşler ve diğer cihatçı gruplara akıtıldı. “Kardeş”in devrilmesine geçildi. Sermaye sınıfı burada hem sınırları büyütme hem de Kürt sorununu çözme fırsatı gördü.
Sonuçta beceremediler.
Ama karşılarında Demirel’i, Erbakan’ı “demokrasiyi içselleştirmiş” diye sahiplenip, AKP’yi anca “BAAS gibi olmak”la eleştirecek tıynette bir muhalefet olduğundan, beceriksizliklerinin faturasını da ödemediler.
O sosyal demokrat cehalet, Kılıçdaroğlu’nun gitmesiyle bitmedi. Dün Deniz Gezmişleri anıp, bugün Bahçeli’yle görüşmenin “büyük siyaset” olduğunu sananlar var.
Hiçbir şey anlamadılar.
Türkiye’nin sermaye sınıfı, şimdi yeni bir oyun kuruyor.
Oyunu bozmanın ilk koşulu, oyunu anlamak.
O yüzden anlamak ve anlatmak zorundayız.