Canım o başka, Dışişleri başka... Neden? Dışişleri Bakanlığı 22 yıldır turşu kavanozunda mı saklanıyordu?
Hafta içi gündemi takip ederken ne yazacağım konusunda uzun uzun düşünmeme gerek kalmamıştı. 13 Mayıs Pazartesi günü Yunanistan Başbakanı Miçotakis Türkiye’ye gelecekti. İki ülke arasındaki “détente”1 sürüyor olsa da Akepe’nin ibadete açtığı Kariye Müzesi havayı hafifçe ısıtmıştı. Meriç’in bu yanındaki karşı argüman “onlar da camilere..” seviyesinde yani yerlerde sürünmekteydi. Yunanistan ve Türkiye arasında sorunların listelenmesi dahi başlı başına bir sorun teşkil ediyordu. Her ne kadar çifte deprem sonrası yeniden can ciğer olmuş görünseler de 12 Nisan 2021 tarihinde Yunan Dışişleri Bakanı Dendias ile o dönemdeki mevkidaşı Çavuşoğlu arasında yaşanan polemiğin anıları ikili ilişkileri profesyonel anlamda izleyenler için hâlâ taze ve öz bakımından aydınlatıcıydı.
Bu köşenin düzenli takipçilerinin anımsayacağı üzere o sırada ben de bu mesele üzerine bir şeyler karalamıştım. O yazıda özetle tarafların birbirlerine basın önünde yönelttikleri suçlamaların tamamına yakınının doğru olduğunu belirtmiştim. Miçotakis’in ziyareti öncesi bu suçlamaları Kariye gelişmesinin de ışığında tek tek sıralayarak yorumlamak mümkündü. Dış politika yazan birisi açısından, özellikle de Kıbrıs ve Türk-Yunan konularını uzun süredir izleyen birisi için bu gündem bulunmaz nimetti. Bu ziyaretten 1000-1500 sözcüklük bir yazıyı birkaç saat içinde çıkartıvermek çocuk oyuncağıydı.
Heyhat, olmadı...
Cuma günü sosyal medyaya düşen bir fotoğraf ve ona verilen tepkiler bütün fikri hazırlığımı berhava etti. Dışişleri Bakanlığı’na ne oluyordu? Nasıl oluyor da böyle oluyordu? Hiç böyle şey olur muydu? Bu ve benzeri sorular yüzünden yazının konusu değişti. Olayın kahramanı bir diplomat olunca, eski bir diplomatın yaşananları nasıl yorumlayacağı haklı olarak merak edildi. Başka bir deyişle, Fransa’nın bana göre en güzel ve en yaşanası kentlerinden biri olan Lyon’dan ulaşan bu poza ve yarattığı yankılara değinmek zorunlu hale geldi.
2008 yılında Bakanlığa girmiş, eski ve meslek ehlinin pek sevdiği deyimle intisap etmiş olan bir diplomatın başrolü kaptığı bir olaydan söz edeceksek tarihten başlamak en doğrusu belki de. 2008 yılında Dışişleri Bakanı kimdi? Ali Babacan’dı. O yıllarda Bakanlıkta çalışanlar ve diplomasi muhabirleri hatırlarlar. Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı sırasında görece “eskisi gibi” çalışabilen Dışişleri Bakanlığı'na 2007 yılından itibaren “bir şeyler olmaya” başlamıştı. İlk kez o dönemde Dışişleri Bakanlığı’nın neredeyse TSK’daki kadar katı hiyerarşik düzeni sarsılma işaretleri vermişti. Sonradan Fethullahçılıktan yargılanan genç bir diplomat Bakan Özel Müşavir sıfatıyla Dışişleri Bakanlığı’nda yarı-tanrı konumundaki müsteşarın fiilen önüne geçmiş, genç ve parlak Bakanımızın akıldanesi olmuştu. Sonradan kovuşturma konusu olan gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla Fethullahçılar ve onlarla dans edenler kimi kilit konumlarda borularını öttürmeye başladılar. Bunların başında da yeni adıyla İnsan Kaynakları eski adıyla Personel birimi geliyordu. Personel alımına dair ilk “genişlemeler” o sıralar fark edildi. Konuya yabancı olanlar için biraz açmak gerekirse, hak eden kadar personel almak yerine “gerektiği kadar ve gerektiği gibi” eleman temini anlayışı öne çıkmaya başladı. Şimdi bu tarih parantezini kapatalım ama bir şeyi de anımsatmaktan geri durmayalım. “Bilmem ne yılına kadar Akepe iyiydi de sonradan bozdu..” söyleminin nasıl bir palavra olduğunu gösteren kurumsal bir örnektir sözünü ettiğim. Akepe o zaman da bugünkü gibiydi, gel gör ki olanakları sınırlı olduğundan daha dikkatli davranma ihtiyacı hissediyordu. Bir de haklarını yemeyelim, o zaman Akepe’yle kol kola çalışan Fethullahçılar Atlantik ötesi rehber kitapların emrettiği gibi davranıyor, porselen dükkanına fil sokmak yerine porselen eşyaların durduğu rafların vidalarını gevşeterek ilerliyorlardı.
Şimdi olaya dönelim. Kahramanımız Lyon Başkonsolosluğuna atanmış. Kıdem kriteri bakımından bir sıkıntı yok. Kâğıt üzerinde liyakat sorunu da dil sorunu da yok. Gelen eleştirilerde Cumhurbaşkanlığı danışmanlığından, hatta başdanışmanlığından söz ediliyor ve “ipini koparan danışman olmuş kardeşim” yorumları yapılıyor. Bunlar temelsiz eleştiriler. Cumhurbaşkanlığı’nda bu ucube sisteme geçilmeden çok önce de bir Dışişleri Birimi mevcuttu. Bu birim elbette zaman içinde genişledi, neredeyse paralel bir Bakanlık boyutuna erişti. Bu birimde çalışanlara kıdem ve yürüttükleri görevlere göre başdanışman veya danışman unvanları öteden beri verilirdi. Bunları yükünü tutmuş Belediye Başkanlarına veya eski(tilmiş) milletvekillerine ulufe misali dağıtılan koftiden unvanlarla karıştırmamak gerek. Daha açık bir deyişle, Lyon Başkonsolosu o birimde çalışmadan ve olağan şekilde danışmanlık unvanı almadan önce örnek olsun Beyşehir’in iki önceki Akepeli Belediye Başkanı filan değildi. Dışişleri Bakanlığı’nın “kariyer memuru” olarak görev yapıyordu. Bu kısım anlaşılmıştır sanırım.
Büyükelçiler ve Başkonsoloslar göreve başladıkları yerlerde bir dizi nezaket ziyareti yaparlar. Bunların kapsamı ülkeye göre değişir. Büyükelçileri şimdilik bir yana bırakalım. Başkonsoloslar özellikle görevleri sırasında bir şekilde muhatap olacakları görev çevrelerindeki kurum ve şahısları ziyaret ederler. Standart olarak bunlar, Vali, Belediye Başkanı, Emniyet Müdürü, belli başlı STK’lar olabilir. Genellikle bu ziyaretlerin kapsamı bellidir. Kimi zaman yeni bir başkonsolos talimat üzerine ya da kendi inisiyatifiyle seleflerinin ziyaret etmediği bir makama da ziyaret gerçekleştirebilir. Bunda bir tuhaflık yok. Yine de her ne kadar şimdi eni konu sulandırılmış olsa da Fransa gibi, laikliğin mucidi bir ülkede neden Piskopos ziyaretine ihtiyaç duyulduğunu pek anlamadım. Paris Büyükelçiliği’nde 4 yıl çalıştım. Yeni başlayan Büyükelçilerin Paris Piskoposunu ziyaret ettiğine bizzat tanık olmadığım gibi arşivlerde de böyle bir usule rastlamadım. Hiç görüşülmez demiyorum. Bir mesele çıkar, gidip konuşursunuz ama standart prosedürde böyle bir usul yoktur.
Her ne ise, diplomatımız böyle bir ziyareti yapma ihtiyacı hissetmiş ya da buna zorlanmış ancak anlaşılan pek de içine sinmemiş. Bu duygusunu da tüm İslam ve küffar alemine gösterme gereğini mi duymuş? Sanmam. Büyük olasılıkla o fotoğrafın muhatabı Türkiye, İslam alemi veya Dar-ül Harp değil, Beştepe. Genç meslektaşımız bakmış ki, şimdi Büyükelçi olmuş meslekten ağabeyleri sosyal medyada düpedüz trollük yaparak, muhataplarına tehdit ve hakaret savunarak prim yapıyor sonra da daha iyi mevki ve makamlar elde ediyor, kazandıracağını düşündüğü formülü uygulamış. Yalnız biçim, içerik ve zamanlama konusunda hata yapmış. Tepkiler gelince de muhtemelen birinci sicil amirinin ya da Bakanlığın uyarısı üzerine Hazreti Ömer’in aslanı misali verdiği pozu silmek zorunda kalmış. Diplomasiyi insanlar yaptığına göre, hataya da yer vardır. Mesele açıkta yakalanmamaktadır.
Şimdi tepkilere dönelim. Hiç yakışıyor muymuş, böyle davranılır mıymış, Dışişleri ne hale gelmiş vs.? Bunları söyleyenlerin son 22 yıldır hangi ülkede yaşadıklarını merak ediyor insan. Sanki memlekette bütün kurumlar tıkır tıkır işliyormuş, sanki yürütmenin başındakiler Anayasa başta olmak üzere usul ve teamüllere çok uygun davranıyorlarmış, sanki rütbeli komutanlar bir partinin seçim kampanyasına katılmıyorlarmış, sanki belediyelere kayyum olarak atanan devlet memurları giderayak milyonluk “kuruyemiş” alımları yapmıyorlarmış da orta seviyeli bir diplomat işaret parmağıyla bir çuval inciri berbat etmiş...
Canım o başka, Dışişleri başka... Neden? Dışişleri Bakanlığı 22 yıldır turşu kavanozunda mı saklanıyordu? Tepeden tırnağa çürümenin gözlerimizin önünde gerçekleştiği bir rejimde, o rejimin başat unsurlarından birinin başında bulunduğu bir kurum terütaze mi kalacaktı? Yoksa derdiniz başka mı? “Biz kendi içimizde her türlü rezilliğe alışığız, yeter ki ele güne rezil olmayalım”cılardan mısınız? O “elin günün” Filistin’de sömürgeciliği ve soykırımı maddi manevi destekleyen Batı’dan ibaret olduğunu da bilmezden gelelim şimdilik.
Komşu ülkelerin topraklarında sürüp giden işgallere ipe sapa gelmez argüman üretmekte, Anasayası’nda laik yazan bir ülkenin kurumu olarak “dinimiz, peygamberimiz, kitabımız” diye resmî açıklama yapmakta, Türkiye’nin yarım yüzyıldır üyesi olduğu kurumlardan gelen eleştirilere kopyala yapıştır “yok hükmündedir” yanıtları vermekte beis yok, yeter ki “saygısızlık” yapmayalım. Öyle mi ehl-i Adam Smith?
Neyse çok da üzülmeyin, şimdi Dışişleri Bakanlığı’na yeni bir Bakan Yardımcısı atanır, misal bu ya, o da çok “modern” görünümlü, son derece de liyakat sahibi bir kadın olur, siz de genç diplomat kardeşimizin pek talihsiz zamanlama hatasını ve içinde yaşadığınız rejimin temel niteliklerini hızla unutur “diplomaside feminist dönem” ve “yumuşama başladı” diye sayıklayarak vitrindeki mankeni alkışlamaya koşarsınız.
- 1. Uluslararası ilişkiler yazınında sıkça yumuşama, gerginliğin azalması anlamında kullanılan Fransızca terim.