Ancak Türkiye kapitalizminin gücü hegemon bir gücün altında kendi kazandığı yetenekleri pazarlayan ve payını müzakere eden bir pozisyondan öteye gidemiyor.
Nisan sonunda Erdoğan geniş bir heyet ile uzun yıllar sonra Irak’a resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Irak devleti ile 26 anlaşma imzalanırken Erbil ile de görüşüldü.
Türkiye-Irak ilişkilerinin geldiği hâl ve yakın tarihi Türkiye’nin dış politika dönüşümlerine de ışık tutuyor. Ziyaretin ayrıntısına girmeden bu süreci ele alalım.
1958’de Irak’ta burjuva devrimi gerçekleştiğinde Türkiye en aşağılayıcı ABD’ci dönemini yaşıyordu. Öyle ki Irak halkı için mutlak bir ilerleme anlamına gelen bu devrime karşı Menderes Hükümeti hemen cephe almıştı ve daha deneyimli emperyalist güçler tutmasa Irak’a savaş açacaktı.
Irak burjuva devrimi 20. Yüzyılda tipik olarak hanedana, onun temsil ettiği feodal düzene ve ABD ve İngiliz emperyalizmiyle işbirliğine karşı yapılmıştı. Bu haliyle sınıfsal kompozisyonu farklı olduğu halde Sovyetler Birliği’ne zorunlu olarak yaslandı.
Türkiye sermayesi ise o dönemi çoktan aşmıştı, bir NATO ülkesi olarak Irak’a mesafeli davrandı. Dünya nispeten işçi sınıfı ve emperyalist güçler arasındaki dengede daha kararlıydı. Ancak işçi sınıfı siyasetinin gerilediği yerlerde paylaşım savaşları çıktı ki, İran-Irak arasındaki kanlı savaş tam da bu gerileme ve yenilgilerin ürünü olarak kabul edilebilir.
Türkiye sermayesi 1980’lere kadar ABD hegemonyasını kabul etmekle birlikte yayılmacı bir siyasetten çok kendi ulusal bütünlüğünü korumaya odaklanmıştı.
1990’da Sovyetler Birliği’nin bir karşı-devrimle yıkılması bütün bu tabloyu değiştirecekti.
Büyük bir zafer kazanan ABD emperyalist dünyanın mutlak hâkimi olarak Sovyetler Birliği sonrası dünyanın yeniden yapılandırılmasına girişecekti. Tuzağa düşürülüp işgal edilen ilk ülkelerden biri Irak oldu.
Türkiye sermayesinin yayılmacı damarlarının kabarmaya başladığı yıllardı. Irak için “bir koyup üç alacağız” sözü Özal’ın mıydı tartışıldı sonradan ama sermaye sınıfının ahlaksız pragmatizmini yansıtması açısından bir döneme damgasını vurdu.
Türkiye sermayesi Sovyetler’den boşalan Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’da mevziler elde etmek için girişimlerde bulunmaya başladı. Ancak bu girişimler büyük ölçüde başarısız oldu.
Türkiye’de sermaye ihraç edecek kadar yeterli bir sermaye birikimi henüz sağlanmamıştı. Ayrıca henüz ortada boşluk bırakan bir emperyalist hegemonya krizi de gözükmüyordu.
ABD’nin 90 sonrası Ortadoğu’daki bütün operasyonlarından (Irak, Suriye, Libya) Türkiye sermayesi en azından başlangıçta zararlı çıktı.
İster kapitalizm ister sosyalizm altında olsun komşu ülkeler bir ekonomik havza oluştururlar ve doğal olarak birbirleriyle ekonomik ilişkiler geliştirirler. ABD’nin ve yardakçısı İngiltere gibi emperyalist devletlerin bu doğal ekonomik-kültürel havzalara barbarca müdahalesi korkunç oldu.
Irak’ta milyonlarca can kaybının dışında, kültürel zenginlikleri yağmalandı, öğretim üyeleri, kültür insanları özellikle öldürüldü, ulusal bütünlüğü parçalandı, ABD yanlısı fiili Kürt devleti(leri) ortaya çıktı, Sünni-Şii çatışması belirleyici oldu, iç savaş koşullarında ülke ekonomisi büyük bir kayba uğradı, Sünni direnişinden ABD araçsallaştırdığı IŞİD’i icat etti ve halen Irak seyrelmiş de olsa ABD işgali altında.
Türkiye sermayesi Kürt sorununu içinde çözemeyince ayrılıkçı Kürt siyasetini Irak’a sürerek kendisi için ayrı bir sorun yarattı ve sermaye için bir “ulusal güvenlik sorunu” doğdu. Bu sorun Irak içine sonu gelmeyen askeri operasyonlarla çözülmeye çalışıldı.
Buna karşılık Türkiye’de farklı bir süreç işliyordu ve dış politika, dolayısı ile Irak siyaseti kökten değişti.
Bu değişikliğin bir nedeni kamu mülklerinin yağmalanmasına dayalı ve asıl olarak AKP döneminde gerçekleştirilen sermaye birikimiydi. İkincisi ise yine AKP döneminde emeğin örgütlülüğünün dağıtılması ve kuralsız bir emek rejiminin oluşturulmasının dışardan sermaye yatırımlarını çekmesiydi. Buna bir de 2008’i milat olarak alabileceğimiz emperyalist hegemonya krizi eklendi.
Türkiye sermayesi yurt dışına giderek artan oranlarda sermaye ihracatına başladı. Sermaye ihracı teknik bir terim gibi gözükür. Oysa başka bir ülkeye yatırım yapmak ve orada ücretli emeğin sömürüsünü örgütlemek o ülkenin yasaları, yargısı ve yürütmesine rağmen yapılan bir iştir ve deneyimle yürür. Ayrıca sermaye devletinin sermaye yatırımı yapılan ülkede bir hegemonya inşası için yeniden örgütlenmesi gerekir.
Irak biraz ekonomik olarak toparlanınca Türkiye sermayesinin yayılmaya çalıştığı başlıca coğrafyalardan biri haline geldi. Aşağıdaki grafik Irak ile giderek artan ticaret hacmi konusunda fikir veriyor. Türkiye’nin Irak’a ihracatı 2005’te 3 miyar dolar civarındayken 2022’de 14 milyar doları bulduğu bildiriliyor. Ayrıca bu ticaretin Irak için eşitsiz olduğunu ve Irak’tan çok az ithalat yapıldığını ekleyelim.
Kendi için emperyalist olma eğilimine giren Türkiye sermayesi artık Irak’ta sadece bir “ulusal güvenlik riski” görmüyor, kendi çıkarları doğrultusunda bu ülkeyi yön verebilmek istiyor ve bu işi zaten yapmaya çalışan İran ile rekabete giriyor.
Daha önce bahsetmiştik, Türkiye’nin 7 milyar dolar sermeye yatırımı ve inşaat şirketleri ile katılacağı Basra Körfezi’nden Mersin Limanı’na kadar döşenecek otoyol ve çok hatlı demiryolu projesini içeren Kalkınma Yolu bu aşamada büyük bir önem kazandı.
Şimdi Türkiye bu yol için İran ile rekabet ediyor, Irak’taki sulama kanallarından güvenliğe kadar her konuda bir hegemonya inşa etmeye çalışıyor.
Ancak Türkiye kapitalizminin gücü hegemon bir gücün altında kendi kazandığı yetenekleri pazarlayan ve payını müzakere eden bir pozisyondan öteye gidemiyor.
Şimdi bütün düzen siyasetleri AKP’si, CHP’si vb. kendi içerinde hangi hegemon güce yeni emperyalist yetenekleri sunmalı tartışması üzerinden kutuplaşıyorlar.
Eğer Kalkınma Yolu ekonomik bir değer taşıyacaksa bu başlıca Çin’den olmak üzere doğudan gelecek mal ticaretine bağlı.
Öte yandan Türkiye sermayesi ABD’nin patronajında Batı emperyalizminin mali sermayesine muhtaç duruma düştü.
Bu ahlaki olmayan gidiş gelişler, uluslararası gerilimler, emekçi halklar için boşa harcanan zamanlar…
Bunların hepsi bölgede işçi sınıfı siyasetinin yeterince güçlü olmaması ile ilişkili. Türkiye işçi sınıfı siyasetinin böyle bir dönemeçte tüm bölgede öncü bir rol oynaması tarihsel bir öneme sahip gözüküyor.