“Bakan”lar tıkır tıkır değiştirilse de sömürücü düzen sermaye-siyaset-tarikat üçgeninde tıkır tıkır işliyor. Hukuk da destek olarak kullanılıyor.

“Bakan” neye bakar, kime bakar?

Sağlık Bakanı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanı değişiklikleri gündemde epey yer aldı. Biraz başkanlı rejimden önceki “bakanlar kurul”lu uzun dönemde siyasi kimlikli bakan”a verilen önemden, biraz AKP iktidarındaki çatlaklardan, biraz “tek adam” rejimine tepkiden, farklı başka birazlardan gündeme oturması olağan gibi gözükmekle birlikte artık üst düzey kamu görevlisi değişikliği seviyesinde bir durumla karşı karşıyayız. 

Anayasa gereği cumhurbaşkanı tarafından atanan ve görevden alınan, TBMM üyesiyse üyeliği sona eren bir bakanın, TBMM önünde andiçmesi ya da görevleriyle ilgili suç işlemesi durumunda özel usullü sürecin ardından Yüce Divanda yargılanması “bakan”a önceki dönemin önemini yüklemeyi gerekli kılmıyor. Kaldı ki dünkü Resmi Gazetede yayımlandığı gibi birçok üst düzey kamu görevlisi görevden alınabiliyor, yer değiştirebiliyor. 

Önemin devam ettirilmesinin yukarıda belirttiğim gibi birçok nedeni var ama en tehlikelisi siyasal iktidarı, -yaptıkları onca hukuksuzluğa, adaletsizliğe, olumsuzluğa ve bozmaya karşın- meşrulaştırmaya yaraması. Kaldı ki özde birbirlerinden ayrımı olmayan (Koca-Memişoğlu, Özhaseki-Kurum gibi) kişiler düşünüldüğünde, İstanbul büyüklüğünde bir ilde büyükşehir belediye başkanı seçimini açık ara kaybetmiş bir kişinin bakan olarak atanması düşünüldüğünde, piyasa ve tarikat bağlantıları düşünüldüğünde bu meşrulaştırmanın tehlikesi daha da artıyor. 

Düzenin iç çelişkilerine elbette ilgisiz kalınamaz ama ilgi asıl çelişki unutulmadığı zaman anlam kazanır. “Bakan”nın “başkan”a, “başkan”ın “siyasal iktidar”a, “siyasal iktidar”ın “egemen sermaye sınıfı”na bağımlı olduğu, ekonomi politiğin “sömürü” olduğu ortamda iç çelişkiler sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki asıl çelişkiyi unutturmamalı. 

Bakan değişikliklerine ilişkin Cumhurbaşkanlığı Kararının Resmi Gazetede yayımlandığı 2 Temmuz 2024 günü, aynı Resmi  Gazetede yer alan kimi kararlar ve bir Kanun değişikliği anlattığımı doğrular bilgi ve belgeler sundu.  Düzenin öne çıkarılan günlük olayları içinde sıkışıp kalınmaması, sınıfı bilinciyle analize ve eyleme yönelinmesi gerektiğini gösteren bu kararlar arasında “arazi toplulaştırılması”, “RES’ler için acele kamulaştırmalar”, “özelleştirmeler” var. Birkaç gün önce de “bazı alanların orman sınırı dışına çıkarılması” kararı yayımlandı. Bunlar hep toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyete ve girişime açılmasını öngörüyor. 

2 Temmuzda yayımlanan (7518 sayılı Sermaye Piyasası Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair) Kanunsa “her şey sermaye için” politikasının hep merkezde durduğunu anımsatan bir tokat niteliğinde. Teknolojide yaşanan değişimin finansal piyasalara yerleştirilmesi amacını güden Kanun kripto varlık platformlarının dağınıklığının giderilerek düzenleme ve güvence altına alınması gerekçesine sığınarak masum gösteriliyor ama asıl masum gösterilenler emekçileri ve emek gücünü denetim altında tutan sermaye sınıfı. 

“Uluslararası çatı kuruluşlar” konuyla yakından ilgiliyse uyumlaşmamak olmaz. “Sermaye piyasası araçlarının kripto varlık olarak ihracı” piyasayı zenginleştirecektir ki emekçiler sömürülmeye devam ederken kripto varlıkların yaygınlaştırılması sermaye sınıfı yönünden önemlidir. Kanunun özü bu.

Kanun gerekçesinde değinilen “uluslararası çatı kuruluşları” anımsatmadan olmaz:  Finansal İstikrar Kurulu (Financial Stability Board - FSB), Mali Eylem Görev Gücü (Financial Action Task Force - FATF), Uluslararası Menkul Kıymet Komisyonları Örgütü (International Organization of Securities Commissions - IOSCO), Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund - IMF), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (Organisation for Economic Co-operation and Development - OECD), Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for International Settlements - BIS), Avrupa Birliği (European Union). 

“Bakan”lar tıkır tıkır değiştirilse de sömürücü düzen sermaye-siyaset-tarikat üçgeninde tıkır tıkır işliyor. Hukuk da destek olarak kullanılıyor. Ne sağlık, eğitim, şehircilik, enerji bakanları değişti ama bu alanlarda piyasa, yağma, talan, sömürü değişmedi. Ne çalışma bakanları değişti ama emekçilerin esnek, ucuz, güvencesiz çalıştırılması, sendikaların çalışanları gerçek temsilinden uzaklaşıp düzenle uyumlaşması değişmedi. 

AKP öncesini de anımsamadan olmaz. Ne siyasi partiler değişti ama NATO’ya, Dünya Bankasına, emperyalizme, özelleştirmelere, sermaye sınıfına, kapitalizmin ekonomi politiğine bağımlılık değişmedi. 

Bir iç siyasi cinayete (Sinan Ateş) gösterilen güncel ilgi, yıllardır artık sayamadığımız yüzlerce siyasi cinayet ve katliamın ortada bırakılmasını, zamanaşımına uğratılmasını çözmeye, görünürdeki ve gerçek failleri cezalandırmaya dönüştürülemedi.   

Yasama ve yargı organlarının sermayenin ve siyasal iktidarın uydusu olması değişmedi. Cumhuriyetin ve laikliğin yıkımı durdurulamadı. 

Sermayenin özgürlüğü uğruna, “eleştiri özgürlüğü”ne sığınılarak, hukuk ve yargıya sığınarak emekçiler yok sayıldı.

Burjuva düzeninde emek ve bilgi durumuna, kıdem, kariyer ve liyakata baskın gelen bir siyasal/çıkarsal/bireysel/değersizleştiren çalışma sistemi uygulanıyor, çalışma örgütlenmesi emek sömürüsüne uygun planlanıyor ve hukuksal durum buna uygun hazırlanıyor. Kapitalist emek süreci devlet ve siyaset örgütlenmesini de etkiliyor.

Sömürücü düzen tüm baskısı ve şiddetiyle sürüyor. Bunun nasıl, nereye kadar süreceği sorusunun yanıtı düzen güçlerine, onların değişim ve dayatmalarına, bireyselleştirerek kandırmalarına, kuyrukçuluk muhalefetine bırakılamaz. Yanıtı emekçilerin sınıfsal savaşımı ve örgütlü gücü verecek.