"Türkiye 1 Temmuz itibariyle açlığın ve yoksulluğun daha da derinleşeceği, insanların çaresizliklerinin ve öfkelerinin daha da yükseleceği, toplumsal patlamalara gebe yeni bir döneme giriyor."
Pazar günü Almanya’nın Essen şehrinde Almanya İçin Alternatif (AfD) adlı radikal sağ partinin kongresi vardı. AfD, son Avrupa Parlamentosu seçimlerinden yüzde 16 oyla ikinci olarak çıkmıştı. Aynı gün Fransa’da parlamento seçimlerinin ilk turu yapıldı ve seçimin birincisi Fransa’nın radikal sağ partisi Ulusal Birlik (RN) oldu.
Avrupa Parlamentosu seçimleri yapıldığında bizdeki nevzuhur ırkçılar “Türkiye’de neden aşırı sağ yükselmiyor” diye serzenişte bulunmuşlardı. Siyaset biliminin kriterleriyle bakıldığında bizde aşırı sağ yıllardır iktidardaydı ama asıl dert başkaydı. “Türkiye’de aşırı sağ neden yükselmiyor” sorusu aslında “bizde neden sığınmacılara ve göçmenlere yönelik öfke yeterince büyümüyor” anlamına geliyordu.
AfD’nin kongresini topladığı, RN’nin sandıktan birinci çıktığı gün, Avrupa’dan buraya, buradan Avrupa’ya uzanan yollar olduğu görüldü. Kayseri’de bir çocuğa yönelik taciz bahane edilerek Suriyelilere yönelik bir saldırı dalgası başlatıldı; işyerleri yakılıp yıkıldı, yağmalanan dükkânlar oldu.
Orada ve burada, dereceleri farklı olmakla birlikte benzer süreçlerin işlediği açık. Neoliberalizm evresindeki kapitalizm hem küresel hem ulusal düzeyde eşitsizlikleri artıyor, gıdaya, konuta, eğitime ulaşımı giderek zorlaştırıyor, milyonları mülksüzleştiriyor, emeklerini gasp ediyor. Bu da bir yandan göçü bir yandan göçe yönelik tepkiyi artırıyor ve faşizmin kendine taban bulmasını sağlıyor.
Solun yokluğunda, güçlü bir emek hareketinin yokluğunda, yoksulların öfkesinin doğru bir şekilde politize edilip doğru yerlere kanalize edilemediği bir durumda bu öfke radikal sağ tarafından, faşizm tarafından kolaylıkla manipüle edilebiliyor ve kendisi gibi yoksul ama kendisinden daha zayıf olana, günah keçisi ilan edilebilir olana yöneliyor.
Suriyelilere yönelik pogrom girişimi 24 saat içinde başka illere de yayılırken, aynı zaman diliminde Suriye’den de birtakım haberler geliyordu ki aslında bu bizdeki sığınmacı/göçmen meselesinin Batı’dakinden farklı olan boyutunu ortaya koyuyordu.
Bizdeki sığınmacı/göçmen meselesinin gerisinde Türkiye İslamcılığının Suriye’de rejimi değiştirip İhvancıları iktidara getirebileceğini düşünen yeni-Osmanlıcı emperyal fantezileri vardı. ABD ile birlikte Esad’ı devirme ve Ortadoğu coğrafyasındaki İhvan rejimlerinin hamiliğini üstlenme hayallerinin sonu milyonlarca Suriyelinin Türkiye’ye girmesi olmuş, bizim göç meselemiz böyle başlamıştı. Üstelik buna bir de en büyük örneğini 10 Ekim katliamında gördüğümüz üzere cihatçı terörün saldırıları eklenmişti.
İşte “Suriye’den gelen birtakım haberler” de bununla ilgiliydi. Yeni-Osmanlıcı fanteziler çoktan çöp olduğu için iktidarın Suriye ile bir müzakere sürecini başlatma girişiminde bulunduğu, Esad yönetiminin bunu kabul ettiği ve tarafların kısa süre sonra masaya oturacakları konuşuluyordu.
Bu ise Suriye’nin kuzeyinde bizzat yeni-Osmanlıcı fantezilerle kurulan butik cihatçı devletin sonu anlamına geliyordu; çünkü yapılacak bir anlaşmayla TSK güçlerinin Suriye’den çekilmesi durumunda Suriye ordusu Suriye’ye ait toprakları geri alacaktı. Yani pazartesi günü Suriye’de yaşananlar Kayseri’de yaşananlarla bağlantılıydı ama oraya verilmiş bir cevap değildi, asıl cevap Türkiye ile Suriye’nin masaya oturma ve uzlaşma ihtimaline veriliyordu.
Aynı gün, yani gecesinden sabahına 1 Temmuz günü, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını vermiyor” sözünü doğrularcasına başka gelişmeler de yaşanıyor, Sinan Ateş cinayeti davasının ilk duruşması, 10 Ekim katliamının ise karar duruşması görülüyor, Mehmet Şimşek de katıldığı canlı yayında “asgari ücret düşük değil” şeklinde bir açıklama yapıyor ve izlediği programın yoluna devam ettiğini söylüyordu.
Ateş’in katili Doğukan Çep, ifadesinde bir yandan yargılamanın cinayetin azmettiricilerine, yani MHP’ye ve Ülkü Ocakları’na ulaşmaması için çabalarken bir yandan da “devlet için kurşun attım, kurşun yedim” edebiyatı yapıyor ve Gezi döneminde devrimcilere yönelik saldırılarını anlatıyordu.
(Şaşırtıcı değildir; hareketin misyonu budur, toplumsal uyanışı baltalamak, bunun için aydınları, yazarları, gazetecileri, devrimcileri öldürmek, kitle katliamları yapmak… Misyonları budur ama arada “davadan döneni vurun” talimatı uyarınca davadan döndüğünü düşündüklerini döverler, yaralarlar, öldürürler. “Duruşmanın bir gün öncesinde Kayseri’de yaşananlar tesadüf olabilir mi” sorusu ise meşru bir sorudur, aklımızın bir köşesinde durmalıdır.)
Şimşek “Türkiye’de asgari ücret düşük değil” diyedursun, Şimşek’in bunları söylediği gün Türk-İş’in açıkladığı yoksulluk ve açlık sınırı raporu neyin düşük neyin yüksek olduğunu gösteriyordu aslında. Rapora göre “Ankara’da yaşayan dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı”, yani açlık sınırı 18 bin 978 lira 77 kuruş olmuştu. Asgari ücret ise 17 bin liraydı ve milyonlar açlık sınırının altındaki ve civarındaki ücretlerle çalıştıkları bir emek cehennemine mahkûm edilmiş durumdaydılar.
Türkiye’nin sermaye düzeni Suriye’den Türkiye’ye gelen milyonlara baktığında elbette ki heyecanlanmıştı; çünkü ucuz emek sömürüsü üzerine kurulu çalışma rejimi için bundan iyisi bulunmazdı. Yabancısı olduğu bu topraklarda kendisine hangi ücret verilse kabul edecek, üç kuruşa çalıştırılacak, hakkını arayıp soramayacak, sendikasız ve tüm bunlar nedeniyle ücretler genel düzeyinin aşağıya çekilmesi için kullanılabilecek bir toplam…
Bugün Türkiye’de açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm edilmiş milyonlardan müteşekkil bir emek cehennemi var, sermaye düzeni bunu tesis ederken Suriyeli işgücünü de masaya bir koz olarak koydu ama asıl neden elbette ki Suriyeliler değil. Asıl neden Türkiye’de solun ve emek hareketinin yokluğu ve buna bağlı olarak da emekçi sınıfların sermayenin kendilerine yönelttiği tepeden sınıf savaşına yanıt veremiyor oluşları.
Solun ve emek hareketinin yokluğunda Şimşek’in sermaye adına izlediği program da milyonların açlık sınırının altında yaşaması üzerine kurulu emek rejimi de yoluna devam edebiliyor. Şimşek programı sadece darbe dönemlerinde görülebilecek bir sessizlikte ve yaprak dahi kıpırdamayan bir atmosferde kemer sıkmadan boğaz sıkmaya çoktan geçmiş durumda.
Kendisine basınç yapacak bir solun ve emek hareketinin yokluğunda CHP de Şimşek programıyla doğrudan karşı karşıya gelmeyi tercih etmiyor. Gebze’deki son mitingde de görüldüğü üzere yapılan butik mitinglerin altyapısı güçlü bir şekilde hazırlanmıyor, gerçek bir duyuru ve örgütlenme mekanizması işletilmiyor, bu mitingleri ortak bir mecraya akıtmak için herhangi bir çaba gösterilmiyor ve dolayısıyla sonuç sıfır oluyor. Ya da şöyle denilebilir, sonuç yine iktidarın ve Şimşek programının lehine oluyor, genel sessizlik hali devam ediyor.
Ancak solun ve emek hareketinin yokluğunun tek sonucu bu değil. Bu yokluk her şeyden önce toplumun olan biteni ve başına gelenleri anlamasını neredeyse imkânsız hale getiriyor. Toplumlar başlarına gelenin, yaşadıkları yoksulluğun ve sefaletin nedenini anlamayıp gerçek sorumlularını göremediklerinde ise günah keçileri yaratıyorlar, kendi gibi yoksul ama kendinden daha zayıf olana saldırıyorlar, kolayca manipüle edilip faşizm tarafından güdülen sürülere dönüştürülebiliyorlar.
Türkiye 1 Temmuz itibariyle açlığın ve yoksulluğun daha da derinleşeceği, insanların çaresizliklerinin ve öfkelerinin daha da yükseleceği, toplumsal patlamalara gebe yeni bir döneme giriyor. Bu öfkeyi doğru yere yöneltmek, politikleştirmek, örgütlemek, kolektif bir iradeye dönüştürmek solun işi ve eğer bu yapılamazsa gidilecek olan yer belli: Türkiye ya yüzünü sola dönecek ya da kendi felaketine doğru koşmaya devam edecek.