"Şarkılarındaki aşk ve özlem bile kadim köle atalarıyla içinden geldikleri işçi sınıfının öfkesini taşıyordu. Blues gezgin bir öfkenin müziğiydi aslında."

Portreler VI: Mark Knopfler – Elektro Gitarın Şairi III

Savaş sonrasının İngiltere’si pek boğucuydu. Galipti ama esasında hükmen mağluptu. Endüstriyel altyapısı ıskartaya çıkmıştı, sömürgeler ise tek tek bağımsızlıklarına kavuşuyorlardı. 1945’de iktidara gelen İngiliz İşçi Partisi içeride görece radikal bir refah programını hayata geçirmesine rağmen, dışarıda Amerikan emperyalizminin yörüngesinden pek de çıkmaya niyetli değildi. Ve Amerikan emperyalizmi Sovyetlerin prestiji karşısında ve Çin Devrimi’nin estirdiği rüzgara karşı İngiliz emperyalizmi de dahil tüm kocabaş emperyalistlere sömürgelerine bağımsızlıklarını verme konusunda baskı yapıyordu. Eğer kapitalist bir bağımsızlık gelirse sosyalist bir bağımsızlığın peşinden koşmazlardı, Pentagon ve Amerikan emperyalizmi sosyalist tehdit karşısında sömürge imparatorluklarının parçalanmasının bir gereklilik olduğuna inanıyorlardı. İngiltere bu konuda pek uslu oldu, Kenya’daki Mau Mau isyanları dışında çoğunlukla bağımsızlığı gönülden verdi. 

İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti hükümetleri Keynesyen bir refah ve yeniden yapılanma programını ısrarcı bir şekilde uyguladılar. Muhafazakârlar bile görece kontrollü, planlı ve içinde kamu iktisadi teşebbüslerinin merkezi bir yer tuttuğu ekonomik yapının temel parametrelerini değiştirmediler. Bu çerçeve içinde Britanya savaşın hemen ertesinde yaşadığı kısa süreli bunalımı da atlatarak muazzam bir canlanma gösterdi. Knopfler ergenlik çağını yaşarken Britanya ekonomisi şaha kalkmıştı. Sosyal politika alanında da devrimsel bir dönüşüm yaşanıyordu. 1946’daki radikal sosyal güvenlik adımı, toplumun özellikle yoksul, emekli ve çalışamayacak durumda olan kesimleri için büyük bir kazanım oldu. 1948’de ulusal bir sağlık sistemi yaratıldı. Bu adım Britanya halklarının yaşam standardını çok ciddi ölçüde arttırdı (Thatcher önce bu sistemi hedef tahtasına oturtacaktı). Ancak tüm bunlara rağmen Britanya kapitalizmi savaş öncesinden getirdiği sorunları hala ensesinde hissediyordu. Sömürgelerinin sağladığı ayrıcalıkların çoğunu kaybeden Britanya ekonomisi, Amerikan emperyalizminin bir uzantısı oluvermişti. Londra’daki City, New York’taki Wall Street’in Britanya ofisine dönüşmüştü. Dahası momentum bir kere kaybedilmişti. Savaşın hemen ertesinde bile Amerikan kapitalizminden sonraki ikincilik yeri Britanya’ya aitti ancak 1950’lerin sonuna doğru Alman ve Japon kapitalizmleri onu yakalayacak, geçecek, onu daha atlarda bir yere razı olmaya iteceklerdi. Britanya toplumu bu karşı konulmaz inişin bilincindeydi ve bu aralıksız düşüş Britanya toplumunu  da bir bunalımdan diğerine taşıyacaktı. İşte bu bunalımlı refah dönemi, Mark Knopfler’ın çocukluğuna, ergenliğine ve gençliğine de el koyacaktı.

Knopflerlar ana ocağına, New Castle’a taşındılar. 1950’lerin sonlardır artık, ilkokula İskoçya’da başlayan Knopfler ve kardeşi David New Castle’da Gosforth Gramer Okulu’na  (Gosforth Grammar School) yazılırlar.  Bu gramer okulları  başarılı ilkokul çocuklarının sınavla girebildikleri okullardı. Aslında İşçi Partisi daha baştan bu okullara kaşıydı ancak özellikle 1950’lerde sayıları iyice arttı. Bu okullardan reformistlerin beklediği şuydu; bu okullara refah seviyesi giderek yükselen işçi sınıfının başarılı çocukları da girecek ve bu okullar üniversite hayatından bir önceki adım olacaklardı. 1944’deki büyük eğitim reformuyla birlikte daha savaş döneminde İngiltere bedava kamusal eğitimi ilk dereceden orta dereceye de yayamaya karar vermişti. Gramer okulları bu büyük reformun bir paçasıydı. İşçi Partisi karşı çıksa bile bu okullar kamusal bedava eğitimi alt sınıftan başarılı çocuklara da ulaştırmayı amaçlıyorlardı (bizde bir zamanların Anadolu veya Fen Liseleri gibi). 

Mark ve David Gosforth Gramer Okulu’na yazıldıklarına göre başarılı öğrenciler olmalıydılar çünkü bu okullara girebilmek için 11+ sınavını (ilkokul sonrası yapılan bir genel değerlendirme sınavı) başarıyla geçmek gerekiyordu. Knopfler’ın okul hayatı hakkında çok bir ilgi yok, ancak sonrasında üniversite eğitimine devam edebildiğine göre çok kötü olmamalıdır. 

Gramer okulları aslında Muhafazakârların çok istedikleri bir projeydi, onların nazarında elit okullar olacaklardı ve üst sınıfların çocuklarına kamu kesesinden yüksek düzeyli eğitim vereceklerdi. Ancak zaman içinde işçi sınıfından çocukların oranı arttı bu okullara girenlerin içinde. Bahsedildiği gibi İşçi Partisi bu okullara eşitsizlik yarattıkları gerekçesiyle daha baştan karşıydı. Bu nedenle 1964’de, 1951’de iktidarı muhafazakârlara teslim etikten tam 13 yıl sonra, yeniden iktidara gelen İşçi Partisi bu gramer okullarının sayısında bir azaltmaya gitti. Thatcher karşı devrimiyle birlikte gramer okullarının yapıları değiştirildi; gramer okulları hızla anlamını yitirdiler (bu çok tanıdık geldi, ama nereden, çıkaramadım). Paradoksal bir şekilde işçi sınıfından çocukların yukarılara yükselmelerine ön ayak olan bu okullara İngiliz İşçi Partisi eşitlik adına karşı çıkmıştı. 

Mark Knopfler ve kardeşi bir gramer okulundan mezun oldular. Bu eğitimlerinin daha üst bir aşamada süreceğini gösteriyordu. Ancak kafalarını eğitimin getireceği ikbalden çok müziğe takmış durumdaydılar. New Castle’a taşınınca annelerinin kardeşi, dayıları Kingsley’in müzikal ilgisinden Mark da David de çok etkilendi. 1950’lerin başından itibaren hem Amerika’da hem de İngiltere’de bir tür müzikal mayalanma süreci başlamıştı. Kinglsey dayının aşina olduğu ve icra ettiği boogie-woogie aslında bir Blues müzik akımıydı. Dayıları boogie-woogie türünü piyanoda ve armonikada çalıyordu. Tıfıl Knopflerlar dayılarından feyz almaya başladılar. O sıralarda İngiltere’de Blues, ve Amerika’da ondan türemekte olan Rock ateşi yanmaya başlamıştı. 

Blues 19. yüzyılın ikinci yarsında ABD’nin güney eyaletlerinde köle plantasyonlarının tarlalarında, barakalarında doğdu. Afro-Amerikalı kölelerin kadim atalarının kendi kadim vatanlarından, Afrika’dan getirdikleri soundlar, sesler, köleci beyazların tınılarıyla bir nebze harmanlandı; fakat özünden çok da bir şey kaybetmeden. Avrupalı kökenlilerin sadece soundları değil müzik aletleri de repertuara katıldı, böylece elektro gitara dayalı Bluesa giden yol açıldı. Blues, pek çok araştırmacının da belirttiği gibi önce kırsal bir olgu idi, özgürleştirilen ancak özgürleşemeyen kölelerin kırlardaki sefaleti Blues için ana rahmi görevini gördü. Daha sonra özgürleştikleri için kentlere kitlesel halde göç eden eski köleler buralarda ikinci bir ırk ayrımı dalgasına maruz kaldılar. 

Gerçekten İç Savaş’ın Kuzey tarafından kazanılması kime yaradı acaba? Vurgulandığı gibi köleler özgürleştirildi ama özgürleşemediler. Hatta bazı açılardan daha vahim, daha belirsiz bir durumun içine sürüklendiler. Artık onları döverek de olsa besleyecek bir köle sahibi yoktu. Şimdi piyasa denen kalpsiz, ruhsuz ve yalnızlaştırıcı dinamikle karşı karşıya kalmışlardı. Dahası şimdi işgüçlerini satmak zorundaydılar. Satın alacak olanlar ise sermayenin kişiselleşmiş hali olan, ve atalarından devraldıkları tüm önyargıları koru geçmeyen bir ateş gibi canlı tutan beyaz işverenlerdi. Kocaman bir kitle Amerikan yedek işgücü ordusuna birden katılıvermişti ve bu beyaz sermayedarın çok işine gelecekti. İki anlamda cennetten düşen elma gibi bir gelişmeydi bu. Birincisi Amerikan işçi sınıfı içinde bitmeyecek bir ırk ayrımı sorununu ve dolayısıyla Amerikan işçi sınıfını parçalayan bir etmeni yaratacaktı (ABD solunun tarihsel olarak güçten düşüren en temel etmenlerden biri olacaktı bu). İkincisi ise daha ucuz siyah işgücü ABD’nin 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşayacağı II. Sanayi Devrimi için uygun bir toplumsal çerçeve yaratacaktı. 

Özgürleştirilen ancak özgürleşemeyen siyahlar kentlere kendi kültürleriyle geldiler, varoşlarda yığıldılar ve gettolaştılar. Kendi kiliseleri, kendi toplumsal düzenleri ve kendi habituslarını kurdular. Blues böylece giderek kentlileşti. Ancak kırsal köklerinden pek çok şeyi de beraberinde taşıdı. Örneğin vurmalı çalgılar ve banjoyu taşıdılar. Bunlara ek olarak beyaz efendilerinden gitarı öğrendiler. Tüm bunları birleştirdiler ve Bluesun şahane gövdesini yarattılar. Blues çok kanallı bir gelişim gösterdi. Bir taraftan bağımsız sokak ve bar müzisyenleri diğer taraftan siyah kiliselerin koroları müziği çeşitlendirip bir üst seviyeye taşıdılar (Bunları yazarken efsane bir film olan 1980 tarihli, John Landis’in yönettiği, Dan Aykroyd ev John Belushi’nin (ışıklar içinde uyusun) Blues Brothers’ı bir kere daha seyretmek istedim doğrusu). Siyah gettoları, beyazlarınkinden etkilenen, ancak ondan ayrı bir kültürel dünya yarattı. Blues (ve bir noktaya kadar Jazz) bu dünyanın merkezindeydiler. Üstelik bu ölçüde kitleselleşen bir müzik türü kendi endüstrisini de yarattı. Mammie Smith Blues tarihinde ilk stüdyo kaydını yapan büyük bir solistti. Mammie Smith’i bir kenara koyalım. Birazdan tekrar dönülecek. Böylece sadece Blues ve Jazz icra eden siyahi sanatçılardan nemalanan stüdyolar türedi. Bu stüdyoların oluşturduğu endüstri bir Blues sanatçısı için ulaşılabilecek en yüksek noktaydı. Ancak endüstri var ise, kâr vardır; kâr var ise yaratıcılık ölmeye başlar. Bunu öğreneceklerdi.  

Blues aşkı gettolaşan siyah işçi sınıfının çocuklarını pek çabuk ele geçirdi. Hem kırsalda kalan hem de kentlerin kıyılarına sıkışan kölelerin “özgür” çocukları içinden çıkan yetenekli Blues icracıları kent kent, bar bar dolaşmaya başladılar. Ortalık gezgin Bluescu kaynıyordu. Bu gezgin kitlenin içinden pek çok büyük isim çıkacaktı: Robert Johnson, Bessie Smith, W.C. Handy, Ma Rainey, sonraki kuşaktan Muddy Waters,  John Lee Hooker, Howlin’ Wolf ve pek tabi ki B.B. King. Özgürleştirilerek zorla işçileştirilen eski kölelerin çocukları beyazların dünyasının kıyısında, henüz onun içine giremeden, bir müzikal devrim yarattılar. Ancak her devrim gibi bu müzikal devrim de acılar, fedakârlıklar ve mücadele içeriyordu. Bu isimlerin pek çoğu çok yoksul ailelerden geliyorlardı. Şarkılarındaki aşk ve özlem bile kadim köle atalarıyla içinden geldikleri işçi sınıfının öfkesini taşıyordu. Blues gezgin bir öfkenin müziğiydi aslında. 

Şimdi Mammie Smith’e geri dönelim. Sadece ona değil Gertrude “Ma” Rainey ve Bessie Smith’e de geri dönelim. Daha doğrusu Bluesdaki kadın damarına geri dönelim. Kendisinden çıkacak Rock/Hard Rock müziğin aksine Bluesda belirgin bir kadın ağırlığı vardır. Bunun bu müziği yaratanların kadim köle atalarıyla doğrudan bir ilgisi vardı. Kölelerin aile kurmasına ya da bir aile ortamı içinde yaşamalarına çoğunlukla izin verilmezdi. Dahası köle alınıp satılabildiği için eğer kurulmuş ise bile bir ailenin zorla dağıtılmasının önünde bir engel yoktu. Bu nedenle mülk sahibi toplumlara ve beyaz Amerika’ya has muhafazakâr erkek egemen aile yapısı özgürleştirilmiş kölelere yabancıydı. Özgürleştiklerinde ve aileler kurduklarına kadın bu türden bir uzaklığın avantajını yaşadı. Bu nedenle özgürleştirilerek işçi sınıfının saflarına savrulan siyahlarda kadın (en azından onlar da muhafazakâr aile yapısını kabul edene kadar) hayatın her alanında erkek ile neredeyse eşit bir paya sahip oldu. Blues istisna değildi. Yukarıda bahsedilen üç büyük solistten, Nina Smione’a, Ella Fitzgerald’a Arretha Franklin’e ve diğerlerine uzanan ve kadın solistlerin inci gibi dizdiği bir patika vardır Blues müzikte. 

Rock/ Hard Rock, öyle olmayacaktı. Blues Amerika’daki siyah kölelerin/işçilerin nefretini yansıtacaktı, ama Bluesu dönüştürerek ortaya çıkan Britiş Rock /Hard Rock bütünüyle Britanya işçi sınıfının kendine has derin öfkesinin dışavurumu olacaktı; ve ne yazık ki bu sınıfsal kültür bütünüyle erkek egemendi. İleride bahsedilecek, Rock / Hard Rock tarihi XY kromozomluların, erkeklerin baskın olduğu bir tarih olacaktır. İngiliz işçi sınıfının sınıfsal kini erkeksiydi apaçık bir şekilde, onun yarattığı kültür de öyle olacaktı. Bu nedenle 1970’lerin sonlarına doğru Metal müziğe dönüşmeye başlayan Hard Rock maço bir erkeksiliğin temaşası olacaktı kaçınılmaz bir şekilde. Şair Mark Knopfler, ileride bahsedilecek, bu baskın eğilimin görece dışında kalan nadide bir örnek olacaktı. 

Devamı haftaya…

Not: 

Bessie Smith’den Black Mountain… (https://www.youtube.com/watch?v=O1Lf8FVY99o&list=RDEMQBhDpFIDXYnZwpBFusqNqQ&index=27)

Ma Rainey - (https://www.youtube.com/watch?v=hZFaRv-7iBg)

Ve pek tabi ki Dire Straits’den, Making Movies albümünden Tunnel of Love (https://www.youtube.com/watch?v=gAirINwjaxE&list=OLAK5uy_kAXlMkKKPiQAIX2NHrOdLfLAQnDgzTZr8&index=1)