''Kapitalist devleti aslında hukuki süreçlere ve denetime tabi kılan da çalışan sınıfların baskısı oldu. Özellikle bu ikincisi zayıfladığında ilkel birikim güdüsü yeniden su yüzüne çıktı her zaman.''

AKP İktisadiyatı IV: İlkel Birikim (Son)

Tam bu yazıyı kaleme alırken TBMM kentsel dönüşümle ilgili yasa tasarısını onayladı. AKP döneminin Türkiye kapitalizmindeki ilkel birikim güdüsünün ayyuka çıktığı bir dönem olduğundan dem vurup duruyorum haftalardır. Bu konu hakkında daha ne yazabilirim diye kara kara düşünürken AKP rejimi beni bir dertten kurtardı. Ülkeyi ise ilkel birikime has yeni bir derde soktu. 

Bu yasa neyi getirmektedir? Aslında yasanın tam adı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”. Kısacası vurgu sanki afet riski yüksek alanlara yapılmış gibi; ancak Türkiye’deki yapı ve konut stokunun hal-i pür meali dikkate alındığında yasanın nerdeyse tüm konut stokunu kapsayacak bir yasa olduğu ortaya çıkıyor. Malum tüm Türkiye’nin afet riski yüksek yerleşim alanları kapitalist mantıkla kentleşmenin doğal sonucudur. Peki ne getiriyor? Bir kere Kentsel Dönüşüm Başkanlığı kuruluyor. Bu başkanlık aynı zamanda Dünya Bankası afet kredilerini yönetecek kurum haline getiriliyor. Böylece AKP belediyeleri ve yerel odakları gündemden çıkararak afet ve dönüşüm için verilen yabancı kredileri merkezi bir kontrol altına almış oluyor. Dahası bu başkanlığın afet riskini ölçerek rezerv yapı alanları tanımama yetkisi var. İşte AKP tarzı ilkel birikimin kendini ifşa etiği nokta tam da burasıdır.

Başkanlık, Bakanlıktan aldığı yetkiyle, herhangi bir sokağı, mahalleyi rezerv yapı alanı olarak tanımlayacak. Pek tabi ki bu tanımlama tekil konutlar düzeyinde olmayacak (tek bir bloku kim ne yapsın?), tahminen bütün sokak ya da mahalle rezerv alan diye tanımlanacak. İşte bu noktadan sonra güya meskun mahalde ikamet edenin itiraz hakkı olacak ama AKP dönemindeki yargının nasıl işlediğini, kararlarını kimin lehine aldığını iyi bilen bizler açısından bu türden itirazların nasıl sonuçlanacağını kestirmek güç değil. Neyse, rezerv alan olmak ile taçlandırılan bölgede oturanlar 90 gün içinde ikamet etikleri evi boşaltmak zorundalar. Yasa hiçbir şeyi unutmamış vesselam. Peki boşaltmazlar ise ne olacak? İşte yasa o vakit devletin güvenlik güçlerini memur kılmış, onlar gelecek zorla çıkaracaklar. Tıpkı 17. ve 18. Yüzyıl’da majestelerinin zabit gücünün çitlemeye direnen İskoç ve İngiliz köylülerini topraklarından çıkartması gibi. 

Pek evlerinden olanlar? Yasaya göre onlara da mali destek falan verilecekmiş. Hatta ev bulmalarına yardım edilecekmiş. Kabul etmek gerekir ki modern ilkel birikim, kadim ilkel birikimden biraz daha düşünceli davranıyor. Akıl muzır olunca cevapsız soruları yaratıyor işte. Peki evlerin değerlemesi neye göre yapılacak? Örneğin ev gözde bir mahalde ise bulunan yeni ev eskisi kadar değerli olacak mı? Neyse vardır bir bildikleri.

Riskli alanları başkanlığın kendisi tanımlamayacak herhalde. Malum kamusal otoritenin içini boşalttıkları için bu görevi yerine getirecek kadro kalmadı. Dolayısıyla bu iş özele havale edilecek. AKP döneminin değişmeyen niteliğidir özele havale etmek. İlkel birikimin en asli unsurudur, belirtelim. Dahası tüm rezerv alanında inşaatı kim yapacak ve üretilen konutlar kime satılacak? Eski sahiplerine mi? Hadi canım. 

Bu yasa bir “çitleme” yasasıdır. Çitleme İngiltere’de ilkel birikimin simgesidir. Çitlersin, eski sakinleri oradan atarsın ve zengine, varsıla peşkeş çekersin. Çıkmak istemezlerse zorla atarsın. Adına da ironi olsun diye “kamulaştırma” dersin (hatta bazı alıklar yasada kamulaştırma olduğu için bunu sosyalizm zannederler).  Böylece kamulaştırarak özelleştirirsin ki bu durum karşısında kuşkusuz nereye bakacağını bilemeyen nahif beyinler afallayıp kalsınlar.

Şimdi yasanın Anayasa’nın temel ilkeleriyle çeliştiği tespit edilmektedir, ancak kim takar? Kapitalizmde yasalar, ve hata temel yasalar sermayenin gereklerine göre önce delinirler, sonra değiştirilirler; yine aynı gereklere göre. Nitekim AKP’nin yeni anayasasında tahminen devletin bu konuda elini iyice serbestleştirecek hükümler olacaktır, merak etmeyin. Kaldı ki, Yargıtay’ın ayar çektiği ve azarladığı AYM bu gidişle sesini çıkaramayacak hale gelecektir. 

Dediğim gibi tam bu yazı için malzeme ararken bu defa da Mehmet Şimşek yetişti Hızır gibi; çıktı ve köprülerin, HES’lerin ve otoyolların özelleştirileceğini muştuladı. Bu beyan iki şeye işaret etti. Birincisi, demek ki hepsini satamamışlar, hala satılabilecek olanlar varmış. Rahatladık. Öyle ya, sat sat bitmiyorlar diyenler ya satacak bir şeyler bulamasalardı ne yapacaktık? İkincisi ise, son seçim zaferinden sonra ekonomiyi düzeltsin diye getirilen Şimşek ve ekibi aradıklarını bulamamışlardı. Aylardır, hem kendisi hem de Amerikan yüksek finansından koparıp getirdiği Merkez Bankası başkanı fellik fellik yabancı sermaye arıyorlar. Güya hem Şimşek’in hem de Merkez Bankası başkanının küresel sermayeyle bağları işleri kolaylaştıracaktı. Anlaşılan olmadı. Ya Şimşek ve ekibi makbul değil, ya da Türkiye kapitalizmi? Hangisi?

Bir kere daha tekrar edelim, Türkiye kapitalizmi yürüyen, yürüdükçe dökülen yapısal bir krizidir. Bu yapıyı yönetenler ise yapının iflah olmazlığına paralel bir iflah olmazlık sergiliyorlar. Merkez Bankası başkanı en son ücretler artınca enflasyon artıyor demiş. Aslında yeni bir şey dememiş, kendisinden öncekiler ne dediyse onu demiş; ama yanlış demiş tabi ki. Halbuki kendi kurumunun raporları bile kapitalist firmaların kârlarını sabit tutmak ve hata arttırmak için fiyatlama yaptıklarını gösteriyorlar. Ancak elindeki iktisat, daha doğrusu bildiği iktisat bunu görmesini engelliyor. O böyle deyince büyük Marksist iktisatçı Suzanne De Brunhoff aklıma geldi. O para politikası özünde emek kontrol rejimidir demişti. Ancak Merkez Bankası başkanımızın De Brunhoff’u tanıdığından ve bildiğinden emin değilim. 

Şimdi başa dönelim. AKP dönemi Türkiye kapitalizminin ilkel birikim damarının kontrolsüz bir şekilde işlediği dönem olmuştur. Geçen yazıda bahsedildiği gibi KİT’lerin, doğal varlıkların özeleştirilmeleri, kamu hizmet sektörlerinin serbestleştirilmeleri, KÖİ’ler tüm bunlar yargımızı destekler niteliktedirler. Ancak başka unsurlar da vardır. 

Örneğin vergi affı denilen, bazen de şirinleştirmek için vergi barışı denilen uygulamayı ele alalım. Cumhuriyet tarihi boyunca çıkarılan vergi aflarının sayısı 40’ı geçmiş durumdadır ve bunun dörtte biri AKP döneminde çıkarılmıştır. Bu vergi aflarından pek tabi ki küçük mükellef de yaralanmıştır ancak asıl yararlananlar sermaye ve mülk sahipleridir. 2011 sonrasında çıkarılan vergi aflarında tercih edilen yöntem olan yeniden yapılandırma sayesinde sermaye ve mülk sahipleri devlete ödemeleri gereken ancak ödemedikleri verginin faizlerini ve hatta ana paralarını yeniden yapılandırmışlar ve ödemeleri gerekenden daha azını ödemişlerdir. İşçiden ve memurdan vergiyi kaynaktan kesen sistemin ne yazık ki sermayeye yönelik ciddi bir yaptırımı yoktur. Hatta sermaye ve mülk sahiplerinin mümkünse ödememeleri için her türden teşvik kullanılmaktadır.  Dahası vergi sistemi kullanılarak sermayeye açıktan aktarım yapılmaktadır. Bu aktarım pek açıktır ki piyasa aracılığıyla yapılamamaktadır. 

Bu noktada AKP döneminin hemen başında vuku bulmuş acıklı bir olayı gündeme getirelim. 1998 yılında koalisyon hükümeti Maliye Bakanı Zekeriya Temizel’in inisiyatifiyle adı “Nereden Buldun” yasası olarak ünlenecek yasayı kabul ettirdi. Ancak yasanın uygulamaya geçmesi için belirlenen tarih 2003 idi. Yasa kabaca devletin kayıtlarında bulunan gelir ile bildirilen gelir arasında fark olduğunda “nereden buldun?” sorusunu sordurtan bir yasaydı. Eğer bu farkı geçerli kabul edilen yollardan değil de başka yollardan elde ettiysen %35 civarında bir vergi ödeyecektin yasaya göre. Pek tabi ki kaynağını açıklayamadığın gelirin kökeninin sorulması sermaye ve mülk sahipleri için rahatsızlık vericiydi. 

İlginç bir momentti doğrusu. Kendi hükümetinden bile yeterli destek bulamayan Temizel bir anda istenmeyen kişi ilan edildi. Aslında yasa kayıt altına alınmamış gelire sahip olanı cezalandıracak radikal bir yasa bile değildi. Sadece açıklanamayan geliri, daha önce kayada geçirilmemiş gelirin kaynağını sormaktaydı. Eğer kaynak açıklanmaz ise normalden yüksek bir vergi oranıyla vergilendiriliyordu açıklanamayan gelir. Bu kadar. Ancak Temizel ilkel birikimin mahiyeti pek anlamamıştı, bu süreçte “nereden buldun?” sorusu zinhar yasaktı. Anlasaydı bu soruyu sormazdı.

Kapitalizmin suçla ve yolsuzlukla ilişkisi üzerinde bir kere daha durmak gerekiyor. Kapitalizm şiddetle ve suçla doğdu. İngiltere’nin öncü sermaye birikiminin arkasında korsanlar, çapulcular, talancılar ve yağmacılar vardı. Bu minvalde doğan bir sistemin suçtan ve yolsuzluktan azade bir şekilde yaşaması beklenemez. Zaman içinde burjuvazinin siyasi ve ekonomik egemenliğini tam olarak sağlamasıyla birlikte kurallar ve yasalar gelişmiş kapitalizmi “hukukun egemenliği”ne biat edermiş görüntüsüne soktu. Bu ise burjuvazinin gönülden bahşettiği bir şey değildi. İki süreç “hukuksal” ve “hesap verebilir” kapitalizmi olanaklı kıldı. Birincisi sermayeler arası rekabet idi. Siyasi gücün sermaye ve mülk transferini zorla yapabilen kapasitesi her zaman daha yakında olan sermaye gruplarını gözeten bir süreçti, ve daha yakında olmayan sermaye grupları bu anlamda “centilmence” bir yağma istiyorlardı. Böylece sermayeler arası rekabet devletin kaynak tahsisinde kurallara riayet edilmesi talebini doğurdu. Pek tabi ki kurallar genel olarak sermaye içindi. İkincisi ise işçi sınıfının ve diğer sınıfların mücadeleyle siyaset alanını kendilerinin de katılacağı şekilde genişletmeleri sermayenin devletinin üzerinde kaçınılmaz bir baskı yarattı. Bu zorunlu olarak sermayeye kaynak aktarımı sürecini hem gemledi, hem de denetime tabi kıldı. Kapitalist devleti aslında hukuki süreçlere ve denetime tabi kılan da çalışan sınıfların baskısı oldu. Özellikle bu ikincisi zayıfladığında ilkel birikim güdüsü yeniden su yüzüne çıktı her zaman. 

Ancak Temizel bunu göremedi. Türkiye’de kapitalist devletin sermayenin tıynetine uygun bir forma büründüğünü göremedi. Onun yasası dört bir yandan muhasara altına alındı. Liberal alıklar bu yasanın yatırım ortamının sağlığını bozduğunu iddia ettiler. Koalisyon ortağı diğer partiler bile zımni bir düşük yoğunluklu savaş yürüttüler yasaya karşı. Medya tekelleri yasanın da, yasayı yazanın da art niyetli olduğuna dair bir kampanya başlattılar (o vakitler AKPli yandaş medya yoktu, Ciner, Karamehmet ve Doğan’ın egemenliğinde bir ulusal medya vardı. Neden bu kadar rahatsız oldular bilemem?). Sonunda Temizel aktif siyasetten el çektirildi, maliye bakanlığından istifa etti. Dünya Bankası tarafından Türkiye kapitalizminin tepesine çar olarak atanan Derviş ve ekibi de Temizel’i iyice sildiler ve yasasını da rafa kaldırdılar. AKP, 3 Kasım 2002’de iktidar geldikten sonra ilk olarak “nereden buldun” sorusunu kaldırdı yasadan. Böylece rahata erdiler.  

Temizel ve yasası ilkel birikim sürecini anlamakta çok önemli ipuçları sağlamaktadır. 2002 ile birlikte sermaye birikimi üzerinde ve devletin sermayeye kaynak tahsisi üzerindeki son denetimler ve kontrol araçları da yok edilmeye başlandı. Vergi afları artık “nereden buldun?” mantığıyla değil, bir yazarın makalesinde belirttiği gibi “Nereden bulduysan buldun” mantığıyla çıkarıldılar. 

İlkel birikim pek tabi ki kapitalizmin şafağında sahip olduğu işlevlerden daha geniş işlevlere sahiptir artık. Bugün siyasi zor ile sermayenin menzilini ve hızını yükseltme güdüsüne, ve buna ek olarak yedek işgücü ordusunu besleyerek işçi sınıfının direniş gücünü ve reel ücret talebini bastırma işlevine sahiptir. Çalışan sınıflardan devlet eliyle toplanan artığın sermayeye aktarılması da cabasıdır. Bu sonuncusu sermayenin farklı fraksiyonları ve farklı sermaye grupları arasında bazen açık çatışma da yaratabilmektedir. Ancak sermaye fraksiyonları ve grupları arasındaki kavgayı abartacak kadar saf değiliz. Neticede ilkel birikim aslında modern haliyle genel olarak sermayenin egemen olduğu alanı genişletme, emek gücünün ekonomik ve siyasal korunaklarını ise yok etme işlevine sahiptir. AKP rejimi bu iki işlevi birden layıkıyla yerine getirmektedir.