"Neyse ki Füruzan var, neyse ki Woolf var, neyse ki öyküler var. Bizim öykülerimiz."

Füruzan, Büyülü Öyküler, Ankara Öykü Günleri

Başlık epey uzun oldu ancak yazmayı planladığım konular öylesine birbirine geçmiş, birbirini çağırıyor ki en azından bir ikisini işaret etmeli değil mi başlık dediğin? “Füruzan” ile söyleşiyorum bu aralar örneğin. Bende olur. Kimileyin bir yazar, bir şair ya da okuduğum bir kitaptan, izlediğim bir filmden bir karakter gelir oturur yanı başıma ve bir süre onunla kalır, onunla yoldaş olurum. Yarenlik yaparız. Hasbihâl ederiz. 

Füruzan ilk kitabı  “Parasız Yatılı” ile 1972 yılında Sait Faik Hikâye Ödülü” alıyor ve yıllar sonra ikinci kez ama bu kez çok derin şekilde kitaptaki karakterler bu kez benimle yarenlik ediyor. Bazen oluyor. Yıllar içinde dönüp dönüp, hatırlayıp okuduğunuz ve yıllar içinde yitirdiğiniz bir dostu bulmuş gibi olduğunuz, dilinizde tanıdık ve lezzetli bir tatla biraz hüzünlü, biraz buruk ama daha çok sevinçli bir hâlde oluyor bu kavuşmalar. Hakikaten çok duygu dolu, çok derin ve incelikli. Siz büyümüşsünüz, siz yaş almışsınız, siz onca yaşamış, incinmiş, öğrenmiş, karşılaşmış, şaşırmış, ağlamış ve devam etmişsiniz. Oysa kitap orada, kitap da belki büyümüş, karakterler belki sizin gibi olgunlaşmış, yeniden hatırlanmayı, yeniden bu kez bu yaşınızda onlarla buluşmanızı beklemişler. Gittiğinizde kapıyı mutlulukla açmış, öykü evine –Parasız Yatılı- sizi hürmetle, özlemle buyur etmişler. 

Şimdi ne yazacağım öykülere dair? Beni yakaladıkları, tuttukları, sinelerine bastırdıkları, burnumun direğini sızlattıkları anları, evet bunları yazacağım. Öyle tek tek öykülerin adını verip de minik bir özet geçmeyi sevmiyorum. İsteyen okur, kendi yarenliğini yaşar ya da kapı dışarı eder tüm öykü kahramanlarını. Kendiniz bilirsiniz. Ben yalnızca kendi yolculuğumdan söz edeceğim, zaten hep öyle yapıyorum, beni okuyanlar sezmiştir. Biraz iç konuşma oluyor. Niye bunca kendimi anlattıysam? Geçelim. 

Neyse ki yaz geliyor. Neyse ki doğal gaz parasıydı, soba kömürüydü şu bu ile bir süre uğraşılmayacak.

“Soğuktan hiç hoşlanmam, sıcak bir ev mutluluğun yarısı sayılır. Hele kötü yapılmış yoksul evlerin yapışan kederli soğuğu… Kar oyunlarından ürken kısalmış, eski giysili çocukları o kadar iyi biliyorum ki…”

Tam da yukarıda söz ettiği pencereden, tam da bu gözlerle ve bu hassasiyetle yazıyor Füruzan. Öylesine doğal, öylesine içten ve kadife gibi akan bir biçemle işliyor ki öyküleri içiniz eziliyor, göğsünüz tıkanıyor. Şarkıdaki gibi “Gözlerim doluyor aşkımın şiddetinden / Ağlamak istiyorum.” Kaldı ki okurken bir gece apansız uyandım. Uykum kaçtı üstelik pek nadir olur bende. Başladım gecenin bir yarısı “Parasız Yatılı” yı okumaya. Öyle fark etmemişim ki gözlerimden yaşların süzüldüğünü. Neden sonra ıslanan yanaklarımın ayırdına vardım. İşte bu an; yazarla, öyküyle, karakterlerle, okurun/alımlayıcının buluşması, birbirine karışması. Bir katarsis anı. Tarif etmesi zor hakikaten. 

Kadınlar ve kız çocukları demek isterim. Öyküler; kadınların, yoksul kadınların, yoksul kız çocuklarının sesleri. Büyürken hırpalanmış, birden bire bir kız çocuğuyla acımasız dünyaya karşı yapayalnız kalıvermiş ürkek kadınların öyküleri ağırlıklı olarak. 

“Bana, gençliğinizde sizin de yaşadığınızı söylediler. Sonradan edindiğiniz ölü kabuklarınız yokmuş. Güzelim bir kadınmışsınız üstelik. (Sizi de kırdılar mı?)

Sonra “Taşralı” öyküsü… Sonra sınıf farkından kaynaklanan ve mühürlenen davranış kalıpları: teyze anne karşıtlığı, paşa eşi teyze, hayırsız ve yoksul kocaya varmış anne ve büyük şehre, mecburen teyze evine barınmaya ve okumaya gelmiş genç kız. 

“Annemin Yurdagül’e armağan olarak yolladığı renkli basmayı çıkardım bavuldan. Sakın sen verme kızım. Teyzen öyle yanında çalıştırdıklarıyla yüz göz olunmasın sevmez, kendi versin.” 

Kızın sessiz ve kararlı isyanı:

“-Bu senin Yurdagül.
- Çok teşekkür ederim, küçük hanım. 
İsmimi bilmiyor. Ona söylemeliydim. Yüz göz olunamaz evin isim gereksinmediğini öğrenmeliydim.”

Ve çocuklar, ürkek annelerinin ellerinden tutmuş, sessiz, sıska, kırılgan ama çocukça tasasız kız çocukları:

“İkisi de alışmıştı bu ter kokusuna. Bu koku evlerinden çıkıp buralara gelirken yürüyerek geçtikleri caddeler boyunca vardı. Çocuk ona kendince bir isim takmıştı. “Otomobil kokusu” diyordu. Otomobilleri çok severdi. Hiç binmemişlerdi anne-kız. Belki annesi eskiden, ama çocuk bunu bilmiyordu. Sıcaklarda buraya yürüyerek gelmek en büyük eğlenceydi.” 

Ne geldi aklıma. Geçen Ramazan bayramında, toplu taşıma ücretsiz olunca Eminönü’ne inen bir aile ve sadece çocuğun yediği balık ekmek. Ana, baba pahalı buldukları için evden getirdikleri nevaleleri yemişlerdi. Haber olmuştu hani.

Göçmenlerin anlatıldığı “Edirne’nin Köprüleri” öyküsü… Off, böyle öykü görülmemiştir. “O kaldı karanlıklarda, o yapamaz güneşsiz.” diyen insanların birlikte türkü söylemesi, hora tepmesi. Öyle bütünlüklü, sıkı dokunmuş, duygudan duyguya, olaydan olaya atlayan. İşte edebiyat budur, dedirten. Bir şey var, hissediyorum ama anlatamıyorum, yazamıyorum, dedirten. Var ol Füruzan, var ol güzel kadın, bilge insan. Gıpta ile karışık hayranlıkla dolup taşıyorum. Bazı insanlar hiç göçmese…

“-Sen çıkınca işin bitip gene yürüyerek iner, Mısır Çarşısı’ndaki beğendiğimiz börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğini yeriz. N’olacak kırk yılda bir ziyafet. Onun için Cağaloğlu’na yürüyerek gidip gelmekten yorulmayız, değil mi benim kızım? İstersek tatlı bile yeriz. Köprüden de eğlene güle döneriz. 
Anne kız kalabalığın arasında, yabancı, çabuk yürüyorlardı. 
Annesi durmadan konuşuyordu. 
Böyle konuşkanlığının olduğu geçmişteki tek günü, hastaneye hasta bakıcı olarak aldıkları gündü.” 
Mutlaka mutlaka okuyunuz bu öyküyü ve unutmayınız.  “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.” Bir de bunu düşününüz, nedendir acaba?
 
Virginia Woolf  “Kendine Ait Bir Oda” eseri şunu hatırlatıyor İngiltere için “1866’dan beri İngiltere’de kadınlar için yüksek okul bulunduğunu, 1880 yılından sonra evli bir kadının yasa gereği kendine ait bir mülke sahip olma hakkı kazandığını ve 1919 yılında seçme hakkını kazandığını…”  Devam ediyor bir kadının yazabilmesi ya da yazar olabilmesinin ön koşulunu anlatırken “Ortak kullanılan oturma odasından çıkarsak, her birimizin eline yılda 500 pound geçerse ve kendimize ait odalarımız olursa, özgürce yaşarsak ve düşündüklerimizi aynen kâğıda dökecek cesarete sahip olursak ve insanları hep birbiriyle olan ilişkileri içinde değil, gerçekle olan ilişkileri içinde görürsek…” Yine içtenlikle bir anlatımla kaleme alınmış bu kitapta Woolf ile Füruzan arasında, kadın hareketi ile sınıfsallık arasında çok yakın bir bağ var. Woolf’un bir sorusunu sormadan geçmeyelim. “Shakespeare’in en az onun kadar yetenekli bir kız kardeşi olsa ne olurdu?” 

Son olarak ise 21. Uluslararası Ankara Öykü Günleri programına göz atalım. “Kent ve Yoksulluk” temalı bu yılki etkinlikte “Füruzan Öykücülüğünde Yoksulluk İzleri” paneli de var. Pelin Buzluk ve Mahmut Ölmez’in yürütücülüğünü üstlendiği ve artık gelenekselleşen ve öykücülüğümüz adına mutluluk verici bu etkinlik için “Ah, Ankara’da olmak vardı.” diyesi geliyor insanın. Neyse ki Füruzan var, neyse ki Woolf var, neyse ki öyküler var. Bizim öykülerimiz. Woolf’un “Yazın, hep yazın kadınlar!” seslenişine yanıt ben de “Okuyun, hep okuyun ey ahâli!” diyorum. Hiç okuyanla okumayan bir olur mu?