Jacques Brel’in olağanüstü şarkısını hatırlayalım: “Domuz gibidir burjuvalar, yaşlandıkça aptallaşırlar.”

Burjuvazinin ayyuka çıkmış hırboluğu

19 Mayıs’ın ertesi günüydü. Bir önceki akşam Galatasaray-Fenerbahçe maçı sonrasında tuhaf olaylar olmuş, Ali Koç sahaya dalmış, birini dayakla tehdit etmiş, başka birinin yakasına yapışmış, özetle yeşil sahalarda görmek istemediğimiz olaylar yaşanmıştı. Her pazartesi sabahı görüştüğüm, siyasetle pek ilgisi olmayan ama futbola gayet meraklı bir arkadaşım, olayları soL’a haberleştiren Buğrahan Aydın’ın kullandığı vurgunun1 aynısını yapmış; şaşkınlığını “Yahu sen koskoca Ali Koç’sun, onlar nasıl hareketler?” diye şeklinde ifade etmişti.

Ortada bir ölçüde şaşkınlık verici bir durum olduğunu kabul etmek lazım; zira bir tarafta bunlar olurken, diğer tarafta Ali’nin halen hayatta olan babası Rahmi, kurduğu müzede “bakın ne zevkli insanım” diye çalışma masasını, satranç takımını falan sergiliyor. Ne var ki, sömürücü egemenlerden nezaket beklemek yeni bir konu değil ve bence asıl tartışılması gereken mesele bu.

Başlayalım…

***

Toprağı bol olsun, Güngör Uras, kıymetli bir iktisatçıydı. Düşüncelerimiz çok farklıydı; ama neoliberalizmin emekçi düşmanı politik dogmalarını bilimsel doğru diye halka yutturmaya çalışan bugünün pespayelerine benzemezdi. 2007’de, “Bizde ‘burjuva sınıfı’ neden yok?” başlıklı bir köşe yazısı yazmıştı.2 Uras bu yazıya “Burjuvalaşmak için krema oluşturmak gerekir. Bunun için bilgi, düzen, yaşam tarzı, dürüstlük, doymuşluk, yaşamışlık gerekir” diye başlıyor, egemen sınıftan beklentilerini şu cümlelerle dile getiriyordu:

“Burjuvayı burjuva yapan parasal gücü yanında sahip olduğu değerlerdir. Bunlar eğitim, kültür, yaşam biçimi, insan ilişkileri ve dünya görüşüdür. Burjuvalar, toplumun önünde koşarlar. Yaşam biçimleri, eğitimleri, kültürleriyle topluma örnek olurlar. Ortak değerlerin, sanatın, kültürün gelişmesine destek verirler. Bilim adamlarını, sanatçıları hem manevi olarak hem de maddi olarak desteklerler.”

Uras’a göre Türkiye’de burjuvazi yoktu, çünkü Türkiye’nin taşra esnafından türeme zenginleri bu değerlere sahip değildi.

Uras’ın, elinde fener güpegündüz insan arayan Diyojen gibi aradığı bu kültür hamisi burjuvaziyi, tarihte ancak istisna niteliğindeki parantezlerde bulabilirsiniz. Bu parantezler, burjuvazinin kendi sınıf egemenliğini kanlı bir devrim yoluyla değil de eski aristokratik egemenlikle uzlaşarak kurduğu durumlarda açıldı ve yalnızca yeni egemenlik yerleşik ve rakipsiz hale gelene kadar açık kaldı. En bilinen örneği Rönesans’a patronluk yapmış Medici ailesidir. 

Ne var ki, bu durumlarda dahi burjuvazi açısından sembolik ve kültürel itibar, yalnızca bir politik rekabet aracıydı. Bu politik rekabet eski egemenliğin yenilgisiyle (ya da eski egemenlerin de burjuvalaşmasıyla) tamamına erdiği andan itibaren ise burjuvazi “dindarca vecdin, şövalyece coşkunun, ‘yontulmuş’ kasabalıya özgü geçmiş zaman özleminin mübarek ürpertilerini, bencil hesapçılığın buz gibi sularında boğdu, (…) dinsel ve siyasal yanılsamalara perdelenmiş sömürünün yerine, apaçık, utanmasız, dolaysız, düpedüz sömürüyü getirdi.”3

Türkiye burjuvazisi bu konuda Avrupa’daki öncüllerine göre daha da rahattı. Kendi sınıf egemenliğini kurarken bu egemenliği toplumun geri kalanı gözünde kültürel/sembolik araçlarla meşrulaştırmak zorunda hemen hiç kalmadı. Bu işi onun yerine Kemalist devrim ve cumhuriyet aydınlanması halletti. Sadece müzeleri ve üniversiteleri değil, büyük sanayi tesislerini bile devlet kurdu, Koç gibileri hazıra kondu.

Mülkiye’den mezun olmuş, planlı sanayileşme yıllarında Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzmanlık, 1974’ten 1980’e kadar ise TÜSİAD’da genel sekreterlik yapmış Güngör Uras, adeta devletle burjuvazi arasındaki bu ilişkinin bir sembolüydü. Tipik bir orta sınıf aydınıydı ve üstün niteliklerini Türkiye burjuvazisinin hizmetine sunmuştu. Muhatapları ise Ali’nin dedesi ve Rahmi’nin babası olan Vehbi gibi esnaflıktan türeme zenginlerdi. Yukarıda alıntıladığımız hayal kırıklığına kaynaklık eden bu çelişkisini, kendisi gibi hayatını ve çalışkanlığını nitelikli olmaya vakfetmiş; ama daha da zengin olmak için hiçbir hoyratlıktan kaçınmayan, hiçbir değeri ayaklar altına almaktan çekinmeyen burjuvaziden kopup onun karşısına dikilmeye cesaret edememiş başka pek çok cumhuriyet aydınıyla paylaşıyordu.

Bu çelişki o kadar yaygın ve köklü ki izlerini her yerde bulmak mümkün. Türkiye sosyalist hareketinin en önemli önderlerinden Behice Boran, daha 1962’de, Yön dergisinde yayınlanan “Türkiye’de burjuvazi yok mu?” başlıklı yazısında, bu orta sınıf takıntısının sakıncalarını inanılmaz bir berraklıkla ortaya sermişti. Müsaadenizle, günümüz Türkçesine uyarlayarak alıntılamak istiyorum:

“(...) akademik bir konu gibi görünen ‘Türkiye’de burjuvazi var mı yok mu?’ meselesinin gerçekte pratik, aksiyon için taşıdığı önemli sonuçları vardır. Türkiye’de batı anlamında özel mülkiyet ve burjuvazi yoksa, tabii o zaman burjuvazinin karşı kutbu işçi sınıfı da yok demektir. İşçi sınıfı olmayınca da, bir işçi sınıfı ideolojisi ve hareketi olarak sosyalizm söz konusu olamaz. O zaman sosyalizm, toplumda gerçek bir dayanak ve kuvvetten yoksun, havada kalmış, bir takım ‘hayırsever’ fikirler ve dilekler sistemi, veya bir seçkinler kadrosu yönetimi hayali olmaktan ileri geçmez. Bizim ‘yoktur’ denip de aslında var olan burjuvazi da bunu ister zaten. Yürütmek istediği demokrasi oyununda, ‘Her çeşitten partimiz var, bakın görün sosyalistlerimiz de var’ demek işine gelir. Burjuvazinin sınıf çıkarlarına zarar vermeyen, aydınların kendi aralarında tartışıp oyalandıkları bir sosyalizm.”4

Behice hanım hayran olunacak derecede sabırlı bir sosyalist aydındı. Ömrünü, kafasını devekuşu gibi “demokratikleşme” kumuna gömmüş Türkiye solcusunu sosyalist devrime ikna etme çabasıyla geçirdi. Kendisiyle aynı gelenekten geldiğim için gurur duyuyorum, ama onda olan sabrın bende en fazla kırıntıları var. Dolayısıyla, Güngör Uras’ın yazısından birkaç ay sonra, doktorasını yeni almış bir bilim insanı olarak katıldığım bir iktisat kongresinde, sunum yaptığım paneli yöneten profesör argümanlarımı “Türkiye’de burjuvazi yok ki” diye reddetmeye kalktığında, kendisine “İnsanlar siz onların tipini beğendiğiniz için burjuva olmazlar” demiştim.    

***

Hala buradayız. Cumhuriyet aydınlanmasından nasiplenmiş eğitimli insanlarımız, yana yakıla nitelikli hizmetini (ve saygısını) hak edecek nazik, nezih, uygar burjuvaziyi arıyor. Ali Koç şeref tribününden atlayıp kavgaya dalıyor, sahaya inip birilerini tartaklıyor ama fayda yok. Kongre yapılıyor, adam başkanlık tazeliyor ve aydın kimliğinden şüphe duymayacağımız bir duayen gazeteci “İki aday canlı yayına çıktı, uygarca tartıştı ve seçim sonucunda kaybeden gitti kazananın elini sıktı başarılar diledi. Siyasette unutuldu bunlar...” diye güzelleme yazıyor.

Beyhude bir arayış bu. Burjuvazi ancak kendi egemenliğinden emin olmadığı zamanlarda eğitimli orta sınıf gözünde nezaketle, kültürlülükle meşruiyet ve itibar sağlamaya çalışır. Burayı cebinde görüyorsa (ki bugün görüyor ve bu konuda haklı) itibarını görgüsüzce para harcayarak, olmadık lüksler icat ve teşhir ederek sağlamaya başlar; bilim ve sanatı da yalnızca birer sermaye biriktirme aracı haline getirir. 

Bugün Türkiye’de de dünyada da burjuvazi kendi egemenliğinden o kadar emin ki, tek mücadelesinin birbiriyle rekabet olduğunu düşünüyor ve siyaset de salt bu eksende şekilleniyor. Bu yüzden bizzat bir burjuva ve sınıfının bencil hesapçılığının olabilecek en kaba saba temsilcilerinden biri olan Donald Trump ABD başkanı olabiliyor.

Trump’ın hırboluklarına bakıp dünyanın daha iyi bir ABD başkanını hak ettiğini düşünüyor “Roosevelt ne nitelikli adammış” diyorsanız, Erdoğan’ın nobranlığına bakıp Süleyman Demirel’in nüktedanlığını özlüyorsanız, ya da Ali Koç’a bakıp “yahu koskoca Koç ailesinin düştüğü hale bak, halbuki babası ne kadar nezih” diye hayıflanıyorsanız, bu, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesine üzülmeniz kadar abes. Burjuvazi, tabiatına uygun davranıyor. Kendisini sınırlayan bir güç olmadıkça, iyice ipten kazıktan kurtulmuş bir ruh haline bürünüyor. Trump istisnai bir hırbo değil; mesela ABD burjuvazisi ve siyaset elitinin önemli bir bölümünün Jeffrey Epstein’ın çocuk istismarı ticaretinin müşterisi olduğunu biliyoruz. 

Satıcı Epstein’ı hapishanede öldürdüler, müşterilerin hepsi zenginlikleri ve saygınlıklarıyla etrafta geziniyor. 

Hesap vermeyecek derecede zengin ve egemen olanlar toplumun geri kalanını insan olarak görmeyi bırakır ve korkunç şeyler yaparlar. Giyotin böyle bir dönemde icat edilmişti. Bugün burjuvazinin zenginliği, onu hayatın olağan işleyişinde her türlü hesap verme zorunluluğundan kurtarmış durumda. Cinayet işlediklerinde dahi (ki işliyorlar) dokunulmazlar. Bu yüzden, insan gibi davranmak için hiçbir sebebi olmayan bu sömürücülerin, sırf biz daha iyi hissedelim diye ayyuka çıkmış hırboluklarına bir set çekeceklerini, nazik ve görgülü insanlara dönüşecekleri zannetmeyi bırakalım ve Jacques Brel’in olağanüstü şarkısını hatırlayalım: “Domuz gibidir burjuvalar, yaşlandıkça aptallaşırlar.”5

Bazıları pata küte kavga edecek kadar genç ve fit bireyler olabilir, ama bir egemen sınıf olarak artık yaşlandılar, köhnediler ve saçmalıkları için kimseye hesap vermeyen, hayatı herkese zindan eden ihtiyarlara dönüştüler.

Hepimizin esenliği ve huzuru için bu ihtiyarın ölmesi gerekiyor.