İki yılın bakiyesi

Bu yazı,en azından öngörülebilir gelecekte, soL’da bu bağlamda yazacağım son köşe yazısı olacak.

Fikirlerimizi paylaşmaya ve tartışmaya yüz dört yazı önce, hayatımda en fazla kahkaha attığım günü geçirmeme de vesile olan “Suşi yazısı”yla başlamış ve o yazıda amacımızı “hayatını düşünsel becerileriyle kazanan, kimilerinin ‘beyaz yakalı’, kimilerinin ‘orta sınıf’ olarak tanımladığı insanların yaşamlarını, dertlerini ve mücadelesini tartışmak” olarak belirlemiştik. Zaman zaman dışına çıkmış olsak da, geniş bir bağlamda bu amaca bağlı kaldığımızı düşünüyorum. Öte yandan, aradan iki annus horriblis geçti ve bu köşenin konusunu oluşturan meselelerde radikal değişiklikler oldu. Gelinen noktada, söylenmesi gereken şeylerin kesinlikle bitmediğini, ama benim, bu köşe çerçevesinde hakkını vererek söylemeyi becerebileceğim şeyler olmaktan çıktığını görüyorum. Dolayısıyla, müsaadenizle, bir muhasebe yapmak ve noktayı koymak istiyorum.

Bu köşe esasen Haziran Direnişi’nin bir ürünüydü ve ona içkin öfke, heyecan ve talepleri kelimelere dökme derdiyle yazılıyordu. Bu yüzden yazılarımda “biz” sözünü büyük bir rahatlıkla kullandım; zira cumhuriyet aydınlanmasından beslenme şansı bulmuş son eğitimli kuşağın varoluşsal çelişkilerinin ciddi biçimde ortaklaştığı, Haziran günlerinde görkemli biçimde görülmüştü. Yazılara gelen tepkiler de bunu doğrular nitelikte oldu. “Ben çok iyi nefret ederim” ya da “Eğlendirin bizi!” gibi, hayli kişisel anı ve deneyimlerden beslendiğim yazılar dahi, hatta belki de bilhassa bu yazılar ilgi çekti, paylaşıldı ve tartışıldı. Bu bağlamda tartışmalarımız kişisel zannedilen hissiyatların ortaklığının bilince çıkmasına vesile olmakla kalmadı, aynı zamanda kimi okuyucular için bunların politik bir bağlama yerleştirilmesine de vesile oldu.

Ne var ki, Haziran günlerinde siyasete çok güçlü bir damga vuran bu ortaklaşma mücadeleden uzaklaştıkça, patronlar düzeninin ilerici geçinen basiretsiz siyasetçi ve sözde aydınlarına bel bağlayıp onlar tarafından ihanete uğradıkça aşındı ve giderek yası tutulan bir şeye dönüştü. Siyasi dertleri olan ancak bu dertleri gidermek için siyaset yapmaktan çekinen milyonlar kabuğuna çekildikçe umutluların umutsuzları ileri çektiği bir dönem geride kaldı ve umutsuzların umutluları geri çektiği bir döneme girildi. Bu dönemin sloganı “sen kazandın ama ben haklıydım”dı ve mağrur bir tarihsel haklılıkla değil; sinik, kendini beğenmiş bir küskünlükle, hatta “tamam, pes, daha fazla vurma” ruh haliyle söyleniyordu.

Köşe tam bu nedenle sürdürülemez hale geldi, zira artık umutsuzlarla umutluları, mücadele etmek isteyenle çekip gitmek isteyeni ayrıştırmak gerekiyor. Bu ayrışma sağlanmadan, mücadele etmek isteyenler de mücadele edemeyecek. Zaman zaman, bazı yazılarda bu ihtiyaca işaret ettim; ancak içeriği ele alma tarzı, “biz” dili ve AKP gericiliğini hedefe koyma biçimi nedeniyle köşe, giderek, bir politik tepkiyi tetiklemektense, rahatsızlıklarını politik bir bağlamda dile getirmekten çekinen insanları rahatlatan bir şeye dönüştü. Bu rahatlama, Brecht’in eserlerinde içerik olarak da, biçim olarak da savaş açtığı “arınma” hissinin ta kendisiydi. Örneğin “bu haftaki yazınızı okuyunca kendimi çok iyi hissettim” sözünü bir övgü olarak defalarca duydum, ama bu söz başarıdan ziyade amaçtan sapmaya işaret ediyordu, zira iyi hissetmek değil, bize kötü hissettirenlerin üzerine yürümek gereken günlerdeyiz.

Bu netleştiği andan itibaren geriye tek seçenek kalıyordu: Ayrıştırıcı ideolojik şiddeti artırmak. Ne var ki bunu, iki yıl boyunca “biz” dediğimiz bir yerde yapmanın ek bir zorluğu olacağı için, yalnızca benim değil, soL ekibinin ortak kararı olarak köşeyi noktalamaya karar verdik.

Öte yandan, bu köşenin yazılmasına vesile olan çelişkiler olduğu gibi durmanın ötesinde; geçen iki yılda daha da şiddetlendi, daha da derinleştiler. Mücadele etmeyenlerin sürekli ülkeyi terk etmekten bahseder hale gelmesi enselerinde şeriat tehlikesi hissetmeleri kadar çelişkilerin yarattığı bulantının dayanılmaz hale gelmesinden de kaynaklanıyor. Öfkelerini kussalar belki üstleri başları kirlenecek ama rahatlayacaklar; ancak çocukluklarından bu yana hep kendilerini tutmalarını öğütlendiği için yapmıyor, onun yerine yüzlerine soğuk Kanada havası çarpsa bulantılarının geçeceğini zannediyorlar.

Oysa dışsal ve Türkiye’ye özgü zannedilen çelişkiler aslında evrensel ve hayatımıza içkin, kaynakları da özel mülkiyet düzeni. Türkiye ve Orta Doğu’da şeriatçılık, Avrupa’da yabancı düşmanlığı, Latin Amerika’da sefalet, Asya’da ölümüne çalışma, Afrika’da açlık, ABD’de Trump ilkelliği… Tamamı temel çelişkinin türevleri, hatta bir bakıma onun dışavurumları. O temel çelişki ise, Haziran direnişçilerini oteline aldığı için demokrasi kahramanı ilan edilen burjuvayla, o otelde asgari ücrete çalışan işçi arasında.

İşte bu yüzden, eğitimli emekçilerin başlıca meslek hastalığının “Patronseverlik” olduğunu ve bu hastalıktan silkinip kurtarmadıkları müddetçe hayatlarını yaşanmaz hale getiren mutsuzluğu anlayamayacakları ve yok edemeyeceklerini söyledik.

Bunu tüm emekçiler için söylemeye devam edeceğiz. İhtiyaç kalmayana dek.

Çok uzattım, artık durayım. İki yıldır yazılarımı okuyan, eleştiren, fikir veren, bilerek veya bilmeyerek katkı koyan, hatta küfredip güldüren herkese çok teşekkür ediyorum. Başka konularda, başka bağlamlarda görüşmek üzere, hayata soL’dan bakmaya devam! Mücadeleye devam!

[email protected]
@nevzatevrimonal
www.facebook.com/nevzatevrimonal