Cehalet dizboyu

Bu noktaya nasıl geldiğimizi anlamakta güçlük çekiyorum. Bırakınız sokaktaki sıradan insanı. Onların durumu malum. Elinde mikrofon caddeleri arşınlayan TV habercilerinin sorularına verdikleri cevaplarla düşünsel niteliklerini zaten sergiliyorlar. Ana yönlerini bile tayin edemiyorlar. Güneşin doğduğu yerin “doğu” olduğunun bile idrakinde değiller. Sadece yiyorlar, içiyorlar, işleri varsa çalışıyorlar. Hiçbir şeyi, olayı sorgulama, irdeleme diye bir sorunları da yok.

Ne var ki bu cehalet artık gazete makalelerine,TV yorumlarına, sıradan haberlere, hatta ve hatta siyasi parti liderlerine kadar uzanmış durumda. Bu noktaya nasıl geldik yanıtını sonraya bırakarak, yaptığımız saptamaya yönelik birkaç örneği sergileyelim.

Bildiğiniz ünlü Balyoz davası sonuçlandı. Adil olmayan bir yargı süreci yetmezmiş gibi,yargıç, sanıkların “kötü halinden” ötürü cezaları üst sınırdan verdiğini açıkladı. Aileler, evlatlar şaşkın, gözleri yaşlı, bu arada sanıkların evlatları “beni nasıl baba deme hakkımdan mahrum bırakırlar” diye ağlıyor. Haklı. Çünkü anlı şanlı haber ajansları bile Medeni haklarını kullanmayacakları yönündeki kararı bu şekilde yansıttılar ve de cahilliklerini dünyaya sergilediler.

Olayın gerçek yüzü şuydu. Bir insan medeni haklarını kullanma olanağını yitirince, kendisi adına bu hakları kullanacak bir veli tayin edilir. Çok uzağa gitmeyelim, her çocuk 18 yaşına gelinceye kadar bu hakları kullanamaz. Yani Medeni Yasa’daki aile kurmaktan, ticari işlemlere kadar uzanan bir dizi hak söz konusudur. Bu hakları onun adına velisi kullanır. Alzheimer, bunama vb gibi durumlarda da aynı işlem yapılır. Cezaevindeki bir mahkumda bu bağlamda kendisine bir “veli” belirlemek durumundadır. Ne yazık ki anlı-şanlı haber ajanslarımız böyle bir cehaleti sergilemekte adeta ağız birliği yapmışlardır.

Ne var ki bu denli cehalet gösterilerini, siyasi liderler de sık sık başvurmaktadır. Bunların başında Başbakanımız gelmektedir. En yakın örneği, yakınlardaki bir grup toplantısında sergilemiştir. Eline aldığı Mayıs ya da Haziran 1941 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki Hitler ve İnönü’nün resimlerini göstererek Almanya-Türkiye arasındaki “Saldırmazlık Andlaşmasını” kendine göre eleştirmiş, işi iki liderin bıyıklarındaki benzerliğe kadar uzatmıştır. Bir anıyla devam edelim.

Alman ordularının sınırımıza dayandığı günlerde göç ettiğimiz Mersin’den,Türk-Alman Paktı’nın imzalanması üzerine İstanbul’a döndük. Savaş korkusu bir süre ertelenmişti. İstanbul’a gelince bu kez ev arama telaşına düştük. O günlerde Milli Koruma yasası yürürlükteydi. Kiralar da dahil olmak üzere klasik piyasa koşulları işlemezdi. Bu nedenle de ev sahipleri el altından “Hava Parası” adıyla fazladan yüklüce para talep ederlerdi. Ev bulma işi uzadıkça mecburen Taksim’de dayımlarda kaldık. Nazi ordularının Sovyetler Birliği’ne saldırdığını orada öğrendik. Savaş artık kuzey komşumuza kaymıştı. Halk arasında dolaşan rivayete göre İsmet Paşa, Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırısını duyunca yatağında zıp zıp sıçramıştı. Erdal Bey’e sorduğumda o klasik konuşmasıyla “Yo…Yo…”demişti. “Sıçramadı ama çok güldü”.

Başbakanın o günleri anımsaması mümkün değil. Çünkü doğmamıştı. Şimdi de ayrıntılarla uğraşacak vakti de yoktur. Kitap okuduğuna dair bir işaret de vermiyor. O nedenle, TBMM’inde grup toplantısında AKP’li milletvekillerine gösterdiği ve de derin bıyık tahlilleri yaptığı konuşmada da dolaylı olarak yanlış yorumlarla o günleri değerlendirmiştir. Son dönemde ki Suriye ütopyasını göz önüne aldığımızda, Allahtan Tayyip 1941’de Başbakan değilmiş diye şükretmemiz gerekir.

Günümüz iktidarının kullandığı, hatta bir ölçüde istismar ettiği vicdani inanç, cehaleti de bir bağlamda yaygınlaştırıyor. Bağnazlık, görmediği bir filmi protesto ederken şiddete başvurma düzeyine gelmediyse de, mahalle baskısı artmaktadır. Bununda ötesinde kitaptan kaçış da hızlanmıştır. Artık gazete ve kitaptan adım adım uzaklaşılmaktadır. 1950’li yıllarda neredeyse 1 milyon tiraja ulaşan Hürriyet gazetesi 400-500 binle yetinmektedir. Oysa 1950’lerde 25 milyonu ancak geçen nüfusumuz 80 milyona merdiven dayamıştır…Yığınlar kendilerine söylenen her şeye körü körüne inanmaktadır. Bir zamanlar İkinci Boğaz diye nitelenen “Çılgın Proje” az mı kalem eskitmiştir.

Geldiğimiz nokta “nefret”i doğallaştırılmış, bir “cahiliye” dönemidir…ve de kök salmakta, derinleşmektedir. RTE, AKP kongresinde “Yola Devam” sloganını baş tacı yapmayı sürdürdüğü için dolaylı da olsa “Nefret” yaklaşımını sürdüreceğinin işaretini veriyor. Muhalif gazeteleri kongreye almadığına göre yakın gelecekte işimiz çok zor.