Sansür sözcüğü ile II. Abdülhamit döneminde karşı karşıya geldik. Bunun nedeni, yazılı basının (gazete, dergi, vb. olarak) gelişiminin yurda yansımasıydı. Gazeteyi Türkiye kamuoyuna benimseten “Yeni Osmanlılar” diye bilinen harekettir. Özgürlük sevdalısı bir avuç aydının geliştirdiği bu hareketin öncüleri, Namık Kemal, Şinasi, Ebüzziya Tevfik vb. gibi genç aydınlardır. Daha önceleri, “Mecmuayı Fünûn” ilk tohumları atmış, Ahmet Mithat gibi gözü pekler de atılan bu adımı pekiştirmişlerdir.
Osmanlı idaresi, Müslümanlara gazete yayın ruhsatı vermemiştir. Bir anlamda resmi gazete diye de nitelenen ilk gazetenin imtiyaz sahibi de bir İngiliz’di. Şinâsi’nin yazılarını yayınladığı gazetenin de arkasında “gayri müslim” sermayesi mevcuttu. Daha sonraları bu yaklaşım değişti. Agâh Efendi, Ali Süavi vb. gibi kişiler de yayın imtiyazı alabildiler.
“Sansür” sözcüğü son denetleme olarak da nitelenebilir. O dönemde “Maarif Nezareti Celilesine” bağlı denetçiler gazetenin “son provası” sırasında yayınlanacak haber ve makaleleri gözden geçirir ve uygun bulmadıkları yerlerini çıkarırlardı. Bu “sansür”den sözcükler de nasiplenirdi. Örneğin “yıldız” ve onu anımsatacak sözcüklerin telaffuzu bile yasaktı.
II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte “sansür” kalktı. Ne var ki bir suretle, dolaylı da olsa devam etti. Hatta cinayete bile başvuruldu. Köprüde öldürülen Ahmet Samim, Hasan Fehmi örnektir. Cumhuriyet döneminde de ne yazık ki sansür diye adlandırabileceğimiz nice uygulamalara tanık olduk.
Cumhuriyetin ilanından neredeyse bir yıl sonra, Şeyh Sait isyanı nedeniyle kabul edilen “Takrir-i Sükûn” yasası ve ona istinaden oluşturulan “İstiklal Mahkemeleri” bu eğilimin temel göstergesidir. Bu sansür 1930’da resmen kalkmışsa da, bu kez “devrimi koruma” amaçlı sansür devam etmiştir. Bu süreçte gazeteleri ziyaret eden sansür memurları yoksa da Halkevlerinin çıkardığı “Yücel” vb dergiler neyin, ne şekilde yazılmasını adeta dikte ediyorlardı. Bu bağlamda parti genel sekreteri Recep Peker’in katı, Nazi özentili tavrı hâlâ anılardadır.
Serbest Fırka'nın kendini feshetmesinden sonra Arif Oruç ve Kemali Beya’in (Orhan Kemal’in babası) kısa ömürlü gazeteleri dışında aykırı bir ses duyulmamıştır. Devrimin en ünlü dergisi “Kadro” bile yarı resmi bir yayın organı gibi ilginç bir yayın politikası izliyordu. Gazi’nin ölümünü izleyen yılda II. Dünya Savaşı başladı. Bu durum yayın organları, üzerindeki baskıyı arttırdı.
Yeni yetmeliğimden anımsıyorum, radyo ailelerin tek haber ve eğlence kaynağı idi. İstanbul gazeteleri trenle Anadolu’ya ulaştırıldığı için İstanbul dışına (Ankara dahil) birkaç gün geç ulaşırdı. Ünlü nitelemeyle haberler bayatlar, ilginçliğini yitirirdi. Taşra diye nitelenen bölgeler bağlamında tek kaynak Ankara radyosuydu.
Ankara radyosunun bu bağlamda önemli iki yayın kuşağı vardı. Bunların önde geleni 20.15 – 20.45 arasında yayınlanan “Radyo Gazetesi” diğeri de gece 24.00’de başlayan “Anadolu Ajansı Haber Servisiydi” bu yayın kuşağında ajansın önemli haberleri spiker tarafından ağır ağır, gerekirse heceleyerek yerel gazetelere servis edilirdi.
Radyo gazetesi, devletin politikasını, haberlerin (bilhassa savaş haberlerinin) nasıl yorumlanması ve de yansıtılması gerektiğini bildiren yayındı. Açık bir sansür değil direktifti. Savaş geliştikçe Basın ve Yayın Müdürlüğünün yayınlara yönelik net müdahalesi gündeme girdi. İlk olarak gazetelerin manşetlerine müdahale edildi. Manşetler, iki sütunu aşmayacaktı. Bu arada endişelerin giderilmesi bâbındaki haberlere önem verilecekti. Özellikle İsmet Paşa’nın “beşuş” çehresini yansıtan fotoğraflar kullanılacaktı. “İsmet İnönü” hipodromda at yarışlarını izledi ya da 19 Mayıs stadında “Maske Spor – Muhafız Gücü maçında” vb gibi. Bu arada oğullarının planör eğitimi de haberlerde yer alırdı. Bu olayı Erdal Bey’e sorduğumda “O eğitimin bir propaganda yanı yoktu… İstedim ve de çok zevk aldım” yanıtı vermişti.
Savaş süresince birçok yayın organı kısa ya da uzun süreli kapatıldı. Özellikle Cumhuriyet gazetesinin Almanya yanlısı yazılan göze batıyordu. General Ali ihsan Sabıs ve Erkilet Paşalar bu bağlamda öncülük yapıyorlardı. Cumhuriyet ve ona benzer bir iki büyük gazete bu nedenle kerelerce kapatıldı. Buna karşın Zekeriya ve Sabiha sertel inatla müttefikleri koruyan, Sovyetlerin direnişine değinen ilginç makaleleri kamuoyunu aydınlatma açısından hayli yararlı oluyordu. Nadir Nadi’nin Avusturya’nın Almanlar tarafından ilhakı nedeniyle yayınladığı röportajlar ve de Danzig sorununu “Nazi” görüşü doğrultusunda yansıtan haberleri bugün bile anılarımdadır.
Savaş sansürü, 1945’de kalktı. Bu kez de “soğuk savaş” sansürü devreye girdi. Bırakınız sol, sosyalizm sözcüğünü ağıza almak, Rus salatasının adı bile Amerikan salatası oldu. O günlerde bir dizi anti Sovyet ABD kitapları Türkçeye çevrilerek basıldı. Bu rüzgar Demokrat Parti döneminde daha da ağırlaştı. TKP’ye yönelik 1955 tevkifâtında idam cezasından bile söz edenler oldu. Durup dururken NATO’ya girmek için Kore Savaşı'na bir tugay gönderme noktasına kadar ulaşıldı. Binlerce Mehmet’i oralarda toprağa verdik.
Bu dönemde sosyalist düşünce ve anti Sovyet baskı, savaş günlerindeki sansürden de beterdi. Neyse ki o günler çabuk geçti ve ABD’nin önderliğindeki Vietnam katliamına zırnık kadar katkımız olmadı. Üstelik yığınlar sokaklarda “Daha fazla Vietnam” diye slogan dahi attılar. Böylece düşün özgürlüğünü kısıtlama isteği tarihe gömüldü.
Acıdır ki o günlerde Tayyip Erdoğan gibi bir Başbakana sahip olacağımızı ne hayalimize, ne de aklımızın kıyısına getirirdik… Ama oldu. Gün döndü, sultan hışımla kinle geldi, makama oturdu. Kinini ülkeye taşıdı.
Kongre, kendince “muzurlu” saydığı gazetelere akreditasyon vermedi. Üstelik dünyada demokratik hiçbir ülkede görülmeyen bir şekilde, konuşmasında bu tavrını savundu. Görülüyor ki RTE’nin asabı bozuk. Esad diye bağırdı fos çıktı ileri demokrasi dedi gerisine bile bizi razı ettirdi. Abdülmecit dedemin vasiyeti dedi, sosis hala Boğaz sularının dibinde, “Çılgın Proje” dedi akla ziyan bir tartışma başlattı o da tarihe gömüldü. Tüm bunlar alt alta konursa RTE’nin bilançosu net zararı yansıtıyor. Seçim de yakın. Çankaya’ya kapak atıp 2023’e ulaşacak, ne var ki bu hedefi de 2071’e çekti.
Bir psikologa bu tabloyu verirseniz alacağınız cevabı buraya yazamam. Beraber siyasete atıldığı, onu omuzlayan en yakın dostlarının yoldaşlarının üzerine kocaman bir “çizik” attı. Kurtulmuş’un sözde bilgeliğine sığındı. Bunlar sadece kendisine zarar verse bir şey demem eskiler “eden bulur” demiş, ama ülke zarar görüyor. Endişeler tavan yapmış durumda. Gazetelere Abdülhamit dedesi gibi sansür de getirebilir. Bir gün uyandığımızda kapımıza hiçbir gazete bırakılmamış. Bayiler de “Evrakı-ı Muzıva” denilen bu yayınları satmıyor haliyle karşılaşabiliriz. Daha sonra, gün akşam olunca TV ekranlarının da karardığını görürsünüz. Gün gelir evde böcek arar, ne olur ne olmaz diye tüm telefon irtibatlarını kesersiniz. Kimvurduya gitmemek için sokağa da çıkmazsınız. Özgürsünüz. Evin içinde dolanın. Yazın balkona da çıkmaktan korkar. Ne olur ne olmaz diye pencerelerinizi siyaha boyarsınız. Evde, sesini kısarız, mümkünse kulaklıkla Grup Yorum, Livaneli dinler, onlarla birlikte kendinizin bile duyamayacağınız bir fısıltıyla “özgürlük” diye içinizden mırıldanırsınız.