Başlığı görünce askeri bir konuyu gündeme getireceğimi zannetmeyin. Başlıkta sözünü ettiğim “kuvvet” sözcüğü bir devlet yönetiminin bileşenleri olan, yasama, yürütme ve yargı erkleridir. Cumhuriyet dönemi Anayasa çalışmalarında bu iki kavram fiilen yaşanmış halen TBMM kürsüsünün arkasında yer alan “Egemenlik Kayıtsız, Şartsız Ulusundur” tümcesiyle simgeleşmiştir. Eski deyimiyle “Hakimiyet-i Milliye” Cumhuriyetin geride bıraktığımız 90 yıl boyunca değişmez ilkesi olarak kabul edilmiştir. Önümüzdeki dönemde de, hazırlanmakta olan yeni anayasa nedeniyle sık sık yeniden gündeme gelecektir. Bu sorunu anayasa uzmanları sanırım uzun süre tartışacaklardır.
1924 Anayasası genç Cumhuriyetin anayasasıdır. 23 Nisan 1920’den itibaren temel ilke haline gelen “Milli Egemenlik”i simgeler. Nedir bu kavramın içeriği? Yasama, Yürütme ve Yargının birliğidir. Bugün çok tartışılan “İstiklâl Mahkemeleri” bu ilkenin ürünüdür. Dolayısıyla yargıçları ve savcıları “Milli Egemenlik”i yansıtan TBMM üyeleri arasından seçilmiştir. Bu olguya “Tahrir-i Sükûn” dönemini de eklersek sorunu daha iyi anlarız.
Ne var ki “Tahrir-i Sükun” yasasının gerçek sahibi olan İsmet Paşa 1960 başlarında bu anayasal gerçeği unutmuş görünmektedir. Çünkü Menderes’in oluşturduğu Tahkikat komisyonu “Kuvvetler Birliği” kavramını benimseyen yürülükteki 1924 anayasasına uygundu. Yani anayasaya aykırı bir durum yoktu. Kuvvetler ayrılığı yaklaşımı 1961 anayasası ile gündemimize girdi.
1924 anayasası, bağımsızlık savaşının temel ideolojik yapısını yansıtır. Bu ideoloji tek siyasal erkin ulusu oluşturan bireyler olduğuna dayanır. Döneminin devrimci niteliğine uygundur. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ise bugünün koşullarını yansıtır. Ne var ki, özellikle cemaatler kendine özgü yasal yapıyı adım adım oluşturma yolunu seçmiştir. Bu bağlamda, Pensilvanya parfümlü “Özel Yetkili” mahkemeler yaklaşımını başarıyla kullanmıştır.
“Özel yetkili” mahkeme kavramı 1970’lerin ürünüdür. 12 Mart darbesi sonrası yaratılmış olan “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”nin üstü örtülü devamıdır… Bu mahkemeler ülkede cemaatlere ya da siyasal partilere (iktidar partisi) bağımlı oluşumlar olarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Dahili ve de harici yakınmalar üzerine bu ilginç yargı yapısı güya düzeltilmiş, yerlerini “Ağır Ceza” mahkemelerine bırakmışlardır. Ne ki bu “minareye” kılıf hazırlama operasyonu kimseyi aldatmamalı ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanması doğrultusunda tavır almaya devam edilmektedir.
Neoliberal aydınların (ekranlarda boy göstererek) tu kaka ettikleri Sovyetler Birliği’nde bile anayasa tartışmaları en küçük işliklere kadar inmiş ve geniş bir katılımla oluşturulmuştu. Anayasa Komisyonundan sorumlu Çiçek Bey yapılan işlerin üstünü kalın bir şalla örtmüş, muhalefet de fazla itiraz etmemiştir. Bırakın itiraz etmeyi MHP kendi ideolojisini anayasaya yansıtmak amacıyla AKP şakşakçılığına bile bürünmüştür. CHP ise “De Facto” suskunluğunu sürdürmektedir. Eğer konuyu kamuoyunun gündemine getirmeyi “referandum” aşamasına bıraktıysa eskilerin deyişiyle “yandı gülüm keten helva”.
Gerçek sosyalistlere büyük görevler düşmektedir. Belki oyları istenilen düzeyde değildir ama ışıkları çok etkindir. İçine daldığımız ormanın liberal avcılarının niyetlerini ortaya koymak onların görevidir.
AKP geleceğe yönelik emekten ve insandan yana hiçbir projeye sahip değildir. Bütçesini bile yurttaşların sağlığı ve yaşamı ile oynayan (ÖTV,KDV vb gibi tüketim vergileri) bir vergi sistemine dayanarak gerçekleştirmekte ve bu kamu parasını akıl almaz yüksek ihalelerle gerçekleştirdiği yatırımlara dönüştürmektedir. Son Kadıköy-Kartal metrosu bu olgunun açık kanıtıdır.
Yeni anayasa tasarısında büyük yetkilerle donatılan “Başkanlık Sistemi” bunun için istenmektedir. Bu anayasa kuvvetler dengesini yürütme lehine kesinlikle bozmayı hedeflemektedir. Geç kalmadan, bu çalışmayı Çicek Cemil’in elinden kurtarılmalıdır. Bizden söylemesi…Anayasa çalışmalarını kamuoyundan kaçıran Çicek Cemil’e karşın komisyondaki her tartışmayı, varılan her sonucu muhalefet halka açıklamalıdır. Gizli-kapaklı ancak “hile-i şeriye” oluşur. Zaman daralıyor.