Özel Yetkili Egemenlik

İkinci Meşrutiyete kadar Anadolu coğrafyasında egemenlik Tanrı’ya aitti. Aksi söylenemezdi padişah, bey ya da baştaki her kimse bu hakkı sadece Allah adına kullanırdı. 31 Mart 1909 gerici ayaklanmasından sonra egemenliğin millete ait olduğu düşüncesi birazda utangaçça söylenir ve tartışılır oldu. 23 Nisan 1920’de toplanan TBMM bu yaklaşımı toplantı salonuna nakşederek tavrını açıkça ortaya koydu, üstelik resmi yayın organına da aynı adı verdi: “Hakimiyet-i Milliye” . O günden bu yana yasama organımızın toplantı kürsüsünün üzerinde hep yazılır. “Hakimiyet Milletindir” ya da “Egemenlik Ulusundur”. Ne var ki 2007 genel seçiminden hemen sonraki üç yıl boyunca peşpeşe gelen “Şok” dalgaları beni yeniden “Egemenlik kime aittir” kuşkusu içine düşürdü.

Bu bağlamda ilk şaşkınlığım “Ergenekon” tutuklamaları sırasında öne çıkan “Özel Yetkili Savcı” nitelemesini duymamla ortaya çıktı. Sıkıyönetim mahkemelerine, İstiklal Mahkemelerine ve de yüce divanlara aşinaydım. Fakat “Özel Yetkili Savcı” deyimi benim için yeniydi. Sağolsun kadim dostum Adana eski milletvekili avukat Ziya Yergök aydınlattı beni. Merak ettiğim sorunun kökeni eski “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”ne dayanıyor. Yani 1977 1 Mayısında “DGM’yi ezdik sıra MESS’de” diye ortalığı inlettiğimiz DGM’lere.

Son 40 yılı aşkın aymazlıklar ve göz bağcılık zincirini bu vesile ile yeniden anımsadım. 12 Mart cuntasının ilk önderi Orgeneral Memduh Tağmaç, 1961 Anayasası bu millete bol geliyor fetvasıyla sözü edilen yasanın bazı maddelerini değiştirmiş, bu arada o günlerin deyimiyle “anarşik olaylarla” ilgili özel bir mahkeme kurulması da gündeme gelmişti. 1974 sonunda iktidara gelen Milliyetçi Cephe hükümeti (Demirel-Erbakan-Türkeş) koalisyonu konuyu ele aldı ama gerçekleştiremedi. Nihayet 12 Eylül 1980’deki “Neo-Liberal ekonomi” açılımını desteklemek için ABD tarafından arkalanan Evren Cuntası ve onun hazırladığı 1961 anayasası “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”ni fiilen yaşama geçirdi. Özal ve Demirel’in Cumhurbaşkanlıkları süresince DGM’ler olağanüstü yetkileri ile görevlerini sürdürdü. Ne ki Türkiye’nin AB’ne aday olmasından sonra konu yeniden tartışılmaya başlandı. Öcalan’ın “İmralı’da Yargılanması” sırasında hakimler heyetinde askeri üyenin olması bu tartışmaya son noktanın konulmasına neden oldu. Bunu takiben kaldırılan DGM’nin yetkileriyle “Özel Ağır Ceza mahkemeleri” oluşturuldu. Son üç yıldır. Ortalığı adeta kasırga gibi dağıtan Özel Yetkili savcılarda bu mahkemelerin savcıları olarak sahneye çıktılar. Hepimizin Ergenekon vesilesiyle öğrendiğimiz Beşiktaş’taki adliye binası da zaten DGM’nin binasıydı. Ne var ki “Özel ağır Ceza” adını alan bu mahkemelerin yetkileri daha da pekiştirilmişti. Bir anlamda, 1926 İzmir suikastine ilişkin davaya bakan “Üç Aliler Divanı” diye bilinen “Ankara İstiklal Mahkemesi” 80 yıl sonra hortlatılmıştı.

Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra ünlü ikiz kulelerin El-Kaide örgütü tarafından yıkılmasının yarattığı travmanın etkisiyle ABD ve onu izleyen bir çok devletin bu tarz olağanüstü yetkili mahkemelere yöneldiğine de değinmekte yarar var. Ayrıca günümüzün küreselleşmiş neo-liberal düzeni ancak bu tip kuruluşlarla ayakta durabiliyor.

Erzurum-Erzincan hattından başlayıp dosyaların İstanbul’a gönderilmesi ile noktalanan olayların işaret ettiği bir başka hususta AKP’nin tabanının çekirdek unsuru olan tarikatların hiçbir çekince duymadan erklerini açığa vurmalarıdır. Tarikat olgusu bin yılı aşkın Anadolu Türkiye’sinin temel öğesidir. Bilindiği gibi “Tarik” sözcüğü yol demektir. “Tarikat”ta Allaha ulaşan ya da ona erişmek çabasında olanların yolu anlamınadır. Bir başka anlamda yöntem söylemindedir. Bilindiği gibi Kutsal kitaplar antik çağlardan bu yana değişik açılardan yorumlanmış, üzerlerine “şerh”ler yazılmıştır. İslam da böyledir. Her yorum, şerh kendince mezhep ve cemaatler doğurmuştur. Anadolu Türkiye’si ise bunların onlarcasına sahiptir. Konu bütünüyle ilahiyatçıların alanına girer.

Yakın dönemde, neo-liberalizmin misyoneri olan Turgut Özal aynı zamanda bir tarikata da bağlıydı. Onun iktidarı dönemiyle birlikte, uzun yıllar yer altında faaliyet gösteren tarikatlar yeni liderleriyle birlikte gün yüzüne çıktılar. Zaten 1950’liden itibaren etkinliklerini de geliştirmişlerdi. Varlıklarını, Atatürk heykellerine saldıran Ticani’lerle duyurmuşlardı.

Son olaylar başta İsmailağa, Fettulah Hoca vb gibi tarikatların erklerini ortaya koydu. Bunu şöyle de açıklayabiliriz: Fatih-Çarşamba gettosu, Erzurum’a kadar uzanan bir güce kavuşmuştu. ABD ikametli ve himayeli Fettulalh Hoca tarikatının erki ise daha da genişti.

Tarihin derinliklerine baktığımızda “tarikat” ya da benzeri dini amaçlı oluşumlar toplumsal ve de siyasi açıdan önemli savaşımlara da neden olmuşlardır. Kerbela Vakası bu bağlamda bize en yakın örnektir. Hristiyan dünyasında ise Kilisenin (Papalığın) etkinliğini nice kanlı olaylara kaynaklık etmiştir. Engizisyon mahkemeleri ise bütün orta çağı kasıp kavuran dinsel faşizmin bir örneğidir. Saint Barhelemy katliamı bu dinin mezhep kavgalarının kanlı yansımalarından sadece biridir. Papalık bir çok imparatora, krala önünde diz çöktürmüştür.

Unutulmaması gereken bir başka noktada tarikatların sadece kendi liderlerine olan bağlılıklarıdır. Partilere yönelik eğilimleri liderlerin emirleriyle orantılıdır. Adı İsmail Ağa, Fettullah Hoca ya da başka bir dini hizip olsun bu tarikatların muritleri sadece murşitlerine, şeyhlerine biat ederler. AKP’ye oy vermeleri onun genel başkanına biat etmeleri demek değildir. Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç ve nice İslami inançları siyaset için kullanan politikacılar bu gerçeğin daha iyi farkındadırlar. Çünkü onlarında biat ettikleri şeyhleri vardır.

Erzincan-Erzurum hattındaki son olaylar AKP’ye tarikatların ihtarıdır. Kendilerine bağlı savcılarla biz buradayız demişlerdir. Sanırım o da mesajı almış ve sorumlu dava dosyalarını acele İstanbul’a sevketmiştir. Fakat bu tedbir yeterli olmayacaktır. Bakanlar kurulu üyelerinin, milletvekillerinin, hatta il ve ilçe örgütlerinin biat ettiği onlarca tarikat ve cemaat artık hesap sormaya başlamışlardır. Kısaca egemenlik ulusun değil tarikatların eline geçmiştir. AKP iktidarını ne temcit pilavı yineledikleri askeri darbe, ne de muhalefet partileri yıkmayacak, kendi tabanı saydığı cemaatler, tarikatlar, şeyhler, hocaları zayıflatacak, ellerindeki erki gasp edeceklerdir. Dini siyaset malzemesi yapanları bekleyen son budur.