Özal suikasti

Türkiye’nin bugün karşılaştığı sorunların nedenini ancak 1970’li yılların irdelenmesi ile kavrayabiliriz. 1970-80 arasındaki dönemi göz ardı ederek, yok sayarak, ünlü deyimiyle, günümüzün “şifresi”ni çözemeyiz. Çünkü bugünü hazırlayan tüm etmenler otuz yıl öncesinin kısa zaman diliminde saklıdır. Değindiğimiz on yıllık dönemde ne oldu? Kısaca bir göz atalım. On yılın ilk üç çeyreğinde ülkemiz Cumhuriyet tarihimizin en etkin devrimini yaşadı.

1960’lı yıllarda, yeni anayasanın sağladığı grev, toplu pazarlık ve sözleşme haklarına kavuşan Türkiye işçi sınıfı, Kavel grevi ile başlayan bir başkaldırı sürecine girdi. Sadece ücret ve sosyal haklar için değil sınıfsal erki için de bilinçli bir mücadeleye başladı. Türkiye İşçi Partisi'nin kurulmasıyla sosyalizm yasal siyasal hakkına kavuştu. CHP’de “Orta’nın Sol’u” söylemi ile kırık da olsa, “sol” sözcüğünü kullanmaya başladı. Derken DİSK’in önderliğinde ünlü “İşçilerin İstanbul’a yürüyüşü” gerçekleşti. Ne ABD ne de ülkedeki sağ siyaset buna izin veremezdi. 12 Mart askeri darbesi önce ılımlı başladı, sonra da Balyoz gibi ülkenin üzerine indi. Bu olaylar olurken, ilk ekonomi derslerini Devlet Planlama Teşkilatı'nın başında, bitecrübe alan Turgut Özal darbenin arkasından ABD’ye gitti.

ABD’nin Vietnam yenilgisiyle sarsıldığı, Keynesgil ekonomi politikalarının sorgulandığı bu dönemde, hem Dünya Bankası'nda, hem de Milton Friedman’ın önderliğindeki Chicago ekolünde yeni-liberalist yaklaşımlar doğrultusunda eğitilerek Türkiye’ye dönen Turgut Özal, MESS’in (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) yönetimine atandı. Bu olanaktan yararlanarak Klein’in “Şok Doktrini” uygulamasını noksansız gerçekleştirdi. Yeni ekonomi politikasını geliştirdi. Önce Aydınlar Ocağı vb benzer kuruluşlarda bu politikanın ana hatlarını anlattı, benimsetti. Nihayet TÜSİAD’ın ünlü gazete ilanlarıyla açıklanan bildirilerine düşün önderliği yaptı.

Özal bunları yaşama geçirirken üç noktada uluslararası kapitalizmin piyonu görevini yerine getiriyordu. Neydi bu uluslararası kapitalist düzeni kızdıran olgular

i- 1974 Kıbrıs’a yapılan askeri müdahele

ii- Bu müdahale sonucu başlatılan ambargonun Sovyet iktisadi yardımıyla delinmesi. Bu yardımla gerçekleştirilen yatırımlardan biri olan İskenderun Demir –Çelik fabrikasının açılış töreninde, Demirel’le Kosigin’in el ele samimi pozları affedilemezdi.

iii- Hiçbir zaman gerçekleşmesini istemedikleri GAP projesi ve ATATÜRK Barajı’nın gerçekleşmesi. Bugünde Ilısu Barajı için aynı tavır sürdürülüyor. Demirel’in ünlü “GAP’ı kaptırmam” sözü sıradan bir söz değildir.

Özal uluslararası kapitalizmin öcünü önce 24 Ocak 1980 tedbir paketi ile Türkiye sınırlarını “ticari serbestiye” açarak aldı. Sonra buna eklenen 1989’daki mali akımlara tanınan serbesti ile Türk ekonomisinin tüm korumacı damarları kesildi.

Ne var ki “Özal Suikasti” bununla da yetinmedi. 1983 seçimlerinde, elindeki kalemi ekranlarda gözümüzün içine soka soka köprüyü ve bir çok kamu malını satacağını söyledi. “Özelleştirme” adıyla haraç mezat satışlar başladı. Demirel, Ecevit, Çiller ve AKP hükümetleri bu emre uydu. Ülkede satılmadık hazine malı nerdeyse kalmadı. O noktaya gelindi ki “sinekten yağ çıkarır gibi” enerji iletişim hatları, dereler (HES için) satışa çıkarıldı.

Oktay Ekşi gibi bir “centilmen” gazeteci bile zıvanadan çıktı. “Anayurdumu babalar gibi satıyorlar” diyeceğine dili sürçtü. “Paranın aziz, piyasanın mukaddes” olduğu bu zihniyetten başka ne beklenebilirdi. Oktay Ekşi, Özal’ı ve ekonomi politikalarını kaç yazısında eleştirdi? Üstelik “misyonu”nu yeri geldiğince alkışlamadı mı…? Banker soygunu, banka iflasları ne çabuk unutuldu. AB’de zor duruma düşen bankaların kurtarılmasına bakınca, ağzımız açık, biz ne yaptık diye şaşırıp kalıyoruz.

Bütün bunları “Özal ailesinin yenilerde, Turgut bey’in ölümü şaibeli, suikast yapıldı” vb serzenişleri üzerine anımsadım. “Suikast” sözcüğü eski bir deyim, bugünün diline “Kötüniyet” olarak çevrilebilir. Kuşkusuz “Kötüniyet” müzevirlikten öldürmeye kadar uzanır. Ailesi onu “suikast” kurbanı olduğunu varsayıyor. Fakat Türkiye onu tüm ekonomik dayanaklarını satan “Suiniyet” sahibi olarak tarihi boyunca anacaktır. Tabii Kemal Derviş ve benzerlerini de…

Not: Avusturya’da görevli Büyükelçimiz Kadri Ecvet Tezcan’ın bir gazetede yer alan şu sözleri AB’nin ve Merkel benzeri politikacıların zamirini ortaya koyuyor: “Avrupa’nın kültür merkezi olduğunu iddia eden bir şehirde (Viyana) aşırı sağcı bir parti neredeyse yüzde otuz oy alıyor…Dışişleri Bakanından randevu talep ettiğimde “Bakan Büyükelçi kabul etmiyor” dendi. Burada hangi diyalogdan bahsediyoruz. Evet, çürüyen AB’den görülen manzara bu sözlerde saklı.