Hayır'sız Kampanya

Bu satırları yazdığım sırada halk oylamasının sonuçları belli olmamıştı. “Evet” ve “Hayır” arasındaki farkın çok küçük olacağı bekleniyordu. Diğer yandan “Hayır”ların batı’dan Doğu’ya doğru azalacağı da tahmin edilmekteydi. Hepsinden daha önemlisi “Evet” ve “Hayır”lar arasındaki dengeyi Güney doğu illerinde ve Türkiye genelindeki Kürt kökenli vatandaşların belirleyeceği gün gibi açıktı. Her neyse bu konulara gelecek yazımızda daha net olarak girebileceğiz. Halk oylamasının bence en ilginç yönü kampanya süreciydi. Bu süreçte 1946 seçiminden bu yana görmediğimiz tek yönlü bir baskının yanı sıra, Ramazan ayının kutsallığı da fütursuzca kullanılmış, hatta (kanımca) kirletilmiştir. Bununda ötesinde, siyasal erkin, seçim kurallarını da (yasa onların döneminde yeniden düzenlenmiştir) çiğnemesine YSK (Yüksek Seçim Kurulu) seyirci kalmış ve bu tavrını ısrarla sürdürmüştür.

Garabet YSK’nın, referandumun kampanya süresini 60 güne indiren (AKP’nin çıkardığı) yasanın, bu kamuoyu yoklamasını diğer seçimler gibi kabul ederek, yasa değişikliğinin ancak bir sonraki seçimde uygulanabileceğine karar vermesi ile başlamıştı. Böylece 120 gün süresi, kampanya süreci olarak seçim tarihi de 12 Eylül şeklinde saptanmış, AKP’ye altın tepsiyle sunulmuştur. Altın tepsi diyoruz çünkü kampanyanın en etkin dönemi Ramazan ayına, oylama ise siyasi ve ekonomi tarihimizin en kara gününe rast getirilmiştir. 12 Eylül siyasi anlamda sol siyasetin ve emekçilerin üzerine bir balyoz gibi inmiştir. Yıllarca süren yargılamalar bir tür insanlık ayıbına dönüşmüştür. 12 Eylül’de neo-liberalizm Türkiye’ye ABD tarafından dayatılmış, bu iktisadi yaklaşımın etkin misyoneri Turgut Özal’ın ülkeyi küresel kapitalizmle eklemlenmesinin yolu açılmıştır. Bu bağlamda Evren ve Cunta piyondur, gerçek suçlu Özal’dır. Ne var ki kampanya süresince Özal’ın temellerini, yollarını döşediği neo-liberalizmi kendine (üstü örtülü) bayrak yapan takiyye ustası Tayip Erdoğan, yapılacak halk oylamasının kampanya süresince bu gerçeği unuttu. Evren’i ve Cunta’yı suçladı. Özal’ı kendi resmiyle bilboard’lara taşıdı.

Kampanya boyunca, ömrümce hiç tanık olmadığım, tarihte de (Osmanlı ve Anadolu Selçukluları) bir benzerinin bulunmadığına emin olduğum görkemli, iftar sofralarıyla karşılaştık. Ramazan ayının AKP açısından bir fırsat olduğunu, iftar ve sahur çadırlarında “Evet” propagandasına rastlayacağımızı tahmin ediyordum. Ama böylesine sokaklara, hipodrumlara kurulmuş on binlerce kişinin katıldığı iftarları düşümde bile göremezdim. Şişli Belediyesi de dahil olmak üzere çeşitli kurumların düzenledikleri sokak iftarları yaygın bir “Evet” oyu isteme yolu oldu. Sanırım Ümraniye, iki kilometrelik iftar sofrası ile ilk adımı attı. Onu diğerleri izledi. Melih Gökçek’in Hipodrum iftarı ise hem başbakan hem de 50-70 bin arasındaki müminle taçlandı. “Evet” yazılı paketlerde sunulan kavurma ile pilav doğal olarak soğuktu ama böyle ufak kusurlar kadı kızında da bulunur. İftar yemeklerinin iki yıldızı, Egemen Bağış ve Bülent Arınç’ı da es geçmemek gerekir.

Bu kampanya AKP ve koalisyon ortakları ile tarikat ve iktidardan beslenmeli sermayenin seçim kazanma uğruna neler yapabileceklerinin göstergesi oldu. “Evet” baskısı inanılmaz boyutlara ulaştı. İstanbul’da sokaklar “Evet”le süslenmişti, Ankara’ya gelirken TEM otoyolu “Evet”le donatılmıştı. “Hayır” sözcüğü açıkça yasaklanmıştı. “Hayır” sözcüğü televizyonlarda yer aldığı kadar haberlerde duyuldu. Ankara’da sözde on platformun düzenlediği neredeyse yetmiş binlik iftarlar, kentlerin, kasabaların, sokaklarını süsleyen “Evet” afişleri, ülkede “hayır” sözcüğünün yasaklandığının ve de düşünce özgürlüğünün rafa kaldırıldığının en güzel göstergesiydi.

Yandaş yazarların “Evet”leri beni üzmedi. “Yetersiz ama Evet” diyenler şaşırttı. Hele Osman Can’ın başı çektiği listede yer alan isimleri gördüğümde ürktüm. Aydınlarımız adına yüzüm kızardı: Oya Baydar, Aydın Engin, Baskın Oran, Çağatay Anadol, Engin Cinmen, Lale Mansur, Necmiye Alpay, Ömer Laçiner, Yücel Sayman bu listede yer almamalıydı. Yıllar öncesi, Ankara’da, bir öğle yemeğinde Kemal Tahir ve birkaç plancı arkadaşımızla sohbet ederken bir genç hanımın “Sarı Paşa”ya yönelik eleştiri üzerine “peki biz kime inanacağız” demesi aklıma geldi. Ülke aydınlarının bu çözülmesi, kanımca, referandumun sonucundan daha düşündürücüdür.

Bir noktanın çok açık olarak meydana çıkardığı gerçek şudur: AKP ve koalisyon ortaklarının siyasal ve ekonomik erklerini sürdürme adına yapamayacakları başvuramayacakları çılgınlık yoktur. 13 Eylül’de sonuç ne olursa olsun önümüzde sekiz-dokuz ay (genel seçime kadar) tüm bunlara tanık olacağız. Sözün özü “Evet” çıkarsa da “Hayır” kazanırsa da baskının ne denli yükseleceğine hepimiz tanık olacağız.

Paketteki birkaç madde öneriyi süslemenin ötesinde bir değere sahip değildir. Kampanya boyunca “Evet” propagandasının ne ağır söylemlerle hırçın bir edayla yapıldığı neden göz ardı ediliyor? Bu hırçınlığın oylamada ne tip baskıları gündeme getireceğini tahmin edemiyoruz. Yalnız 12 Eylül gününü endişe ile beklediğimizde aşikar.

Türkiye’yi zor bir sınav bekliyor. “Hayır’lara vesile olsun” temennisi yeterli değil. Paket tuzaklarla dolu. Muhalif medya sadece Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın bileşimindeki tuzakları öne sürüyor. Ne var ki ondan da tehlikeli bir başka ölümcül tuzak var. Paket kabul edilir ise özelleştirme, yabancıya satışlar açısından “kamu yararı” ilkesi öne sürülemeyecek. Suriye sınırında mayınlı arazinin yabancıya temizleme karşılığı kullanıma açılması belki de ilk uygulama olacaktır.

Kampanya süresince hiç bunlar konuşulmadı. Villa, altın kaplama musluk vb gibi konulara odaklanıldı. Bu yaklaşım ürkünç. Yanılmış olmayı ummaktan başka çarem yok. Ülke açısından yaşamsal sonuçlar doğuracak bir oylamanın kampanyası ne yazık ki sadece bir gösteri düzeyinde algılandı. Halka, onu yoksullaştıran, işsiz bırakan, geleceğini karartan temel konulara teğet geçildi.