Gerçek sorunun farkında mısınız?

Bir süre önce “Cumhuriyet” gazetesinin manşetten verdiği “Farkında mısınız” uyarısını anımsadım. Son birkaç yıldır başta iktidar partisi olmak üzere üç muhalefet grubu, aydınlar ve medyamız “havanda su dövmek”le meşguldür. Gerçek sonuçları bir yana bırakıp, yüzeysel bir takım teferruatla uğraşıyor, hatta didişiyorlar. Oysa, ülkemizin siyasal yaşamı açısından ciddi bir dönümün eşiğindeyiz. 1876 Meşrutiyetinden bu yana, bir anlamda yerleşik hale gelmiş “Parlamenter” düzen son günlerini yaşıyor. Falcı değilim, 2007 seçimi öncesinde mevcut TBMM'sinin Cumhurbaşkanı seçimi yapamaması (ünlü 367 engeli) üzerine AKP ve Mumcu ortaklığının alelacele “Cumhurbaşkanını Halk Seçsin” girişimi ve bu doğrultuda hazırlanan çelişki ve noksanlarla hazırlanan bir yasanın “halkoylaması”na sunulması karşımıza çok ciddi bir sorunu çıkarmış durumda. Ne var ki şimdilerde bu sorunun sadece “Gül” Çankaya’da oturma süresini tartışıyoruz. Oysa Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesinin yaratacağı yetki meselesine değinmiyoruz. Yani Başkanlık ya da yarı başkanlık sistemini ele almıyoruz.

Temelinde Nazlı Ilıcak’ın Tercüman gazetesinin de büyük katkıları olan 1982 anayasası, neo-liberal ekonomi kuramını sürdürmeyi amaçlamaktaydı. Cumhurbaşkanı süresinin yedi yıla çıkarılması, seçim sistemine %10 barajının getirilmesi vb gibi yeni koşullar neo-liberal öğreti doğrultusunda sürekli bir istikrarı amaçlamaktaydı. Koalisyonlar istenmiyor, tek doğrunun (neo-liberal öğretinin önerdiği) egemenliği amaçlanıyordu. Bu amaç büyük ölçüde sağlandı. Özal ve Demirel’in Başbakan ve Cumhurbaşkanlıkları, onu izleyen ABD destekli AKP iktidarı bu istemi yaşama geçirdi. Sistemin eksik kalan noktası “Taçsız Krallık”tı. Bu deyim ünlü siyaset sosyoloğu Duverger’in başkanlık sistemine verdiği addır.

Başkanlık sisteminin önde gelen örneği ABD’dir. 1876’dan bu yana ABD Cumhurbaşkanları tam anlamıyla birer taçsız kraldır. Washington’dan Obama’ya uzanan çizgide gelişen kapitalizm bu krallarla doruğa ulaşmıştır. İçlerinde F.D Roosevelt gibi dört kez seçim kazanan ve on dört yıla yakın Başkanlık yapanlar bile vardır. 1950’den sonra görev süresi dört yıldan iki keze indirilmiştir ama “Kral”lıklarına halel gelmemiştir. Bu sultacı konumlarından ötürü kendilerine “Cumhurbaşkanı” değil “Başkan” sıfatı verilmiştir.

20. yüzyıl boyunca hızlı bir gelişim gösteren ve adım adım tek dünya pazarına yani “küreselleşme” aşamasına gelen sermaye sınıfının egemenliği parlamenter sistemi de kendisine uygun bulmamakta sözde siyasal katılımı yaygınlaştırmayı amaçlayan “yönetişim” vb gibi daha rahat denetleyebileceği yöntemleri gündeme getirmektedir.

Kapitalizm güçlü Başbakan ve Başkanlara gereksinim duyar. Son dönemlerde Margaret Theacther, Merkel, Putin vb bunların önde gelenleridir. Ne var ki parlementer demokrasi her zaman bu hizmeti sağlayamaz. Bu nedenle Başkanlık sistemi açıkça tercih edilmektedir. Türkiye’de bu sistem T. Özal’la devreye sokulmak istendi ne ki ömrü vefa etmedi. Demirel ve Sezer böyle bir düzenleme için uygun değildi. Fırsat 367 tartışmasıyla ortaya çıktı, AKP’li Mumcu’nun önerisiyle hazırlanan yasa halkoyu ile onaylandı. Ne ki bu yasanın bir çok eksiği vardı. Halkın seçeceği Başkanın yetkileri belirlenmemişti. Seçim kampanyasına ilişkin akçalı sorunlar açık değildi. Siyasi partilerin bu bağlamdaki konumlarına ilişkin sarih bir bilgiyi içermiyordu. Ünlü deyimle “İstim arkadan gelsin” mantığı yasanın hazırlanmasının ana temasını teşkil ediyordu.

Mevcut Cumhurbaşkanının süresi beş ya da yedi yıl olarak kabul edilse bile seçilecek yeni başkanın yetki vb nitelikleri yeniden belirlenecektir. AKP çoğunluğu elinde tuttuğu bu dönemde bunları belirleyecektir. Gittikçe tabanını yitiren bir parti olarak genel başkanını “Taçsız Kral”lara layık bir yetkiyle donatmayı görev bilecektir. Böylece sağ oyların %60-70 dolaylarında neredeyse sabitleştiği ülkemizde, uzun bir süre, parlamentonun yapısı değişse bile sermaye sınıfının istediği, hegamonyasını yaşama geçirebildiği Başkanlar yönetime bir anlamda egemen olacaktır. Küreselleşmiş kapitalist düzenin istediği de budur. Liberal maskeli hegamonik iktidar sevdalıları da bu durumu can-ı gönülden alkışlayacaklardır.

Bunlarında ötesinde “Doğu despotizm”inin bin yılı aşkın Anadolu deneyimi de toplumsal genimizin başat karakteridir. Anadolu Selçuklularına kadar uzanmamıza bile gerek kalmadan son yüzyıllık inkılap (?) deneyimi bile bu yapıyı kanıtlar. Talat, Enver, Cemal trionvirasından bu yana Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Bayar+Menderes sonra Demirel, Özal birer örnek olarak gözlerimizin önündedir. Hep tek adam ütopyası peşinde koşmadık mı? Rahmetli Şevket Süreyya ile Bahçelievler'de yaptığım sohbette kitaplarına Tek ve ikinci adam adını niye verdiğini ne güzel anlatmıştı. Kıbrıs müdahalesinden sonra Ecevit’e de “Üçüncü Adam” vasfı yakıştırılmadı mı? Diyeceğim ki zemin ve zaman hazır, “Başkanlık” yönetimi kapıdadır.

ABD kaynaklı “çizgi roman”lar benim okumayı öğrendiğim günlerden bu yana “Tek Adam”lığı övmektedir. “Kızılmaske”, “Bay Tekin”, “Örümcek Adam” , “Superman” aklımda kalan örneklerdir. Meraklısı “Türkiye Yayınevi”nin çıkardığı “1001 Roman” dergilerine (bulabilirlerse) bakabilirler. Sistemin kendini yeniden üreterek yaşatabilmek için böyle bir düzeneğe ihtiyacı var.

Ülkemizde gerçek demokrasiyi savlayan, ezilen yığınlardan yana, emekten yana politika yapmayı amaçlayanlar çok yakınlaşan bu tehlikeyi fark edip, şimdiden uyarılarını ve mücadelelerini yapma durumundadırlar. Yoksa 2012 ya da en geç 2014 tutucu bir tiran özentisinin tam yetkili başkanlığı ufukta görünmektedir. Siyaset aymazlığı kaldıramaz. Dikkati elden bırakmayalım.