Düdüklü Tencere Stratejisi

Geride bıraktığımız haftanın bir fırtınayı anımsatan olaylarını yorumlamaya çalışırken aklıma siyasette darboğaza düşen partilerin sık sık uyguladıkları “ideolojik saldırı” yaklaşımı geldi. Bu yaklaşımı “Düdüklü Tencere”inin edinimine benzetmek hiç de yanlış olmaz. Şöyle ki, düdüklü tencereye yemek için gerekli malzemeler konulduktan sonra, suyu da eklenir ve tencerenin kapağı sıkıca kapatılarak ateşe konulur. İçerideki su kaynadıktan sonra buharı kapaktaki supap aracılığı ile salınır. Buhar tiz bir düdük sesiyle çıkar, sonra kapaktaki supabın üzeri kapatılır. Ateş kısılır. Yemek kendi suyuyla tıkır tıkır pişer. İktidarda yıpranan siyasi partiler seçim yaklaşırken sıkça bu yöntemi kullanarak bir dönem daha yönetimi ellerinde tutmak isterler.

Her siyasi parti iktidara gelince, eskilerin deyimiyle bir “cicim ayı” süreci geçirir. Ne var ki her yöne gülücüklerin dağıtıldığı bu dönem uzun sürmez. Ekonomik, sosyal bir dizi sorun peş peşe gelmeye başlar, bunlar çözümlenemezse toplumsal huzursuzluk artar. Önce sempatizan oyları, sonra yandaş oyları partiden uzaklaşmaya başlar. Bu evrede siyasal erki elinde tutan parti önce denetleyebileceği bir “serbesti” politikasını uygular, yani ülkede artan huzursuzluğun buharını böylece çıkartmaya çalışır, başarılı olamazsa, o zaman açtığı supabı kapatır. Halkı yanına çekebileceği bir “ideolojik” saldırıya geçer. Bu saldırımım içeriği toplumun o andaki eğilimlerine göre düzenlenir.

Bu durumu, seçimlerin yaklaştığı bugünlerdeki olayları irdelediğimiz zaman ülkemizde de görmekteyiz. 2002 yılında ABD’den pompalanan bir düzenekle iktidara gelen AKP, siyasal erkinin ikinci döneminin sonuna yaklaşırken hayli yıprandığının farkına varmaya başlamıştır. Son yerel yönetim seçimlerinde bu eğilim kendini göstermiştir. Genel seçimdeki %10 barajı tehlikeyi bir ölçüde azaltsa da AKP açısından durum adım adım kritikleşmektedir.

AKP şu güne kadar iki temel noktaya dayanarak albenisini korumuştur: Küresel kapitalizmle eklemlenme çabalarını sürdürmüş ve liberal (?) bir görünüm çizmiştir. Bu bağlamda çok başarılı bir izlenim verdiği de söylenebilir. Başbakan soldan sağ’a açılan “hoşgörü” manzaralı söylemleri ile farklı bir kişilik modelini sergilemiştir. Nazım’ı, Necip Fazıl’ı, Tevfik Fikret’i, Yaşar Kemal’i, Saîdi Nursi’yi aynı kefeye koyarak tüm düşüncelere açık olduğunu kanıtlama çabasına girmiştir.

Bir yandan neo-liberal ekonomi politikalarının doğrultusundan şaşmayarak, o politikanın finansal oyun ortamına uyumlanarak sermaye sınıfını memnun etmiş, diğer yanda, küresel kapitalist düzenin tüm önerilerini kayıtsız-şartsız uygulamıştır. Uluslararası sermaye ile özdeşleşmiş yerli sermaye çevrelerini tatmin ederken, diğer yandan yeşil sermayeyi de palazlandırmıştır. Türkiye’yi istihdam yaratmayan finans ekonomisiyle bir süre büyütmeyi (kalkınma demiyorum) başarmıştır. Ne var ki teğet geçtiğini savladığı son finans krizi onun siyasal erkini sarsmıştır.

Neo-liberal ekonomik yaklaşımın kaçınılmaz sonucu kendini göstermiş işsizlik, yoksulluk ve de yolsuzluk (her türü ile) yaygınlaşmıştır. Bir başka deyimle “deniz bitmiştir”. Toplumsal muhalefet hızla büyümektedir. Tüm söylemini “laik”lik temasına, Cumhuriyetin kurucu ilkelerine dayandıran muhalefet lideri değişmiş aş ve iş temasını işleyeceği belli olan sol esintili yeni bir kadro ortaya çıkmış, alanlara inmiştir. Nitekim, katıldığı bir toplantıda yeni ana muhalefet liderini eleştirirken “25 kuruşa simit, yok öyle şey” demiştir. Ve 1980’den beri işittiğimiz bir sözcüğü yeniden gündeme getirmiştir: “alternatifiniz nedir, onu söyleyin” . Neo-liberalizm’in Türkiye’deki misyon şefi Turgut Özal bayılırdı bu söze. Deniz Baykal SHP Genel Sekreteri olduğunda “İşte Alternatif” diye bir broşür kaleme almıştı.

Seçim yakın, AKP eriyor. Simit’in 25 kuruşa indiremeyeceğini kendi söylüyor. Merkez Bankası gösterge faizini %7’ye çıkarttı. Kamu İktisadi Teşekküllerini sattığı için elinde istihdamı arttıracak küçük de olsa umudu yok. Kamu yatırımlarını arttıramıyor. İşsizlik, yoksulluk, açlık vb gibi sorunların çözümü diyanetin tanımlayacağı kadere bırakılmış. Seçimlerde, meydanlarda ne söyleyecek. “Üç çocuk” vaad etse işsizler ordusu, yoksullar yığınağı daha da artacak. Elinde kalan tek çare “ideolojik” söylem. AKP’nin ideolojik söylemi ne olabilir?. Kürt, Roman, Alevi, Ermeni, Ruhban okulu vb gibi akla gelen her açılım duvara çarptı. Geriye kalan tek söylem: “Radikal İslami” yaklaşımdır.

“Mavi Marmara” serüveni beni hiç şaşırtmadı. Ciddi bir yardım arzusu var ise (ki var) bunun yolu Kızılay ve Kızılhaç kurumlarının devreye girmesi, bu doğrultuda uluslararası bir kampanya ile açılabilir, yardımların Birleşmiş Milletler denetiminde yerine ulaşması sağlanabilir. Bunlar ve benzeri diğer yollar hiç denenmedi. İsrail’in adeta ulusal genine işlemiş olan “Ulusal Güvenlik “asabiyeti test edildi. Netice önümüzdeki “Radikal İslam” söylemlerine yol açtı. İstenen de buydu. Yani düdüklünün buharı çıktıktan sonra supap kapandı ve yemek “Radikal İslam”ın ateşiyle pişmeye terk edildi.

Yalnız hesaba katılmayan bir nokta var. AKP son İl Genel Meclisi seçimlerinde oy oranı ile Radikal İslami cemaatlerin gücünü bir kıyaslasın. Gazze ablukasını delmeye çalışırken, 1970’li yıllarda (Kıbrıs harekatından ötürü) olduğu gibi siyasi ve ekonomik bir ambargo ile karşılaşmayalım. Radikal İslami söylem bugün alkış toplar Ne var ki kimsenin Bin Ladin gibi Orta Asya inlerine kaçacak hali yok. 1970’li yılların ambargosunu Demirel, Sovyet ekonomik yardımıyla delebildi. Şimdi o olanakta yok. Olsa da desteklemezdi.

Günümüzün “Helal” kavgası “anti-siyonizm”le değil, küreselleşme masalıyla bezenmiş, insanı yok sayan Neo-liberalizme karşı verilmelidir. Gazze’de 1 milyon, dünyada açlığa ve yoksulluğa mahkum 6.5 milyar insan yaşıyor. Hedef bellidir. Gerisi “Hakara-Makaradır”. Üstelik seçimde kazandırmaz.