Batış Yılları

Bir araştırmanın ön çalışmalarını yaparken, Falih Rıfkı Atay’ın bir kitabı elime geçti. 1963 yılında, Dünya Yayınları'ndan çıkmış. O tarihte Falih Rıfkı, Bedii Faik’le birlikte kurdukları “Dünya” gazetesinde yer alan anı ve söyleşilerini bu kitapta toplamış. İlginç gözlemleri ve saptamaları var. Tarih, toplum bilim ve ekonomide cehaletin kol gezdiği günümüz açısından dikkati çekebilecek birkaç paragrafı yansıtmayı yararlı gördüm:

-“Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve “Osmanlı” idik. Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyette duydum. Padişah kulları idik… Padişah resmi yasaktı. Oturduğu Yıldız tepesinin adı da yasak… Nüfus teskerelerindeki “Hamid” adları benim küçüklüğümde “Hâmid”e değişti. Nasıl ki Reşad veliahdın adı olduğu için kardeşiminkinin sonradan Neşed’e çevrildiğini biliyorum”

-“Önce İstanbul’u ikiye ayıralım: Hristiyan ve Frenk Semtleri… Müslümanların büyük çoğunluğu hazne fukarası, esnaf ve sokak takımı. Tanzimat çarşıları yüzde yüz Hristiyanların elinde. 1912’de bir Yunan vesikası bütün Osmanlı İmparatorluğunda bir tek Türk bakkalı olmadığını yazmakta idi. Rumlar ve Ermeniler çekildikten sonra Anadolu çarşılarının nasıl kapandığını gözlerimle gördüğüme göre bu vesika gerçeğe yakın olmalı idi.”

Falih Rıfkı, 31 Mart gerici ayaklanmasında Mercan idadisinde öğrenci. O günleri şöyle anlatıyor:

“…Birden göğsü bağrı açık iki neferle birkaç medrese softası üstümüze yürüdüler. Şaşırdık. Softalardan biri yakalarımızdan kravatlarımızı söktü. Artık dinsizliği bırakacaksınız yollu bir söz etti. Biri de kitaplarımızı karıştırarak resimli sayfaları yırttı… Gençler müstesna konu komşu ittihatçıları suçluyordu. Gerçekten eğer demokrasi şartları yürüse de Sultan Hamid bir parti lideri olsa halkın yüzde doksan dokuz oyunu toplayacağına şüphe yoktu. Bütün o yıl içinde (Temmuz 1908-Mart1909) ittihatçılar hafiyeleri ve hırsızları kovmaktan, hiç olmazsa faziletli bir idare kurmaya uğraşmaktan başka bir şey yapmamışlardı. Ama imam ve hatipleri ile bütün camiiler, müderrisleri ve softaları ile bütün medreseler, bunların tesiri altındaki kalabalık, tekkeler, zaviyeler, alaylı subaylar veya aşiret alayları hepsi saraycı idi. Ellerine bırakılsa Tanzimat’a kadar değişen ne varsa hepsini silip süpüreceklerdi… Bu yazıya acı bir şey ekleyeyim: Bayar’ın son Ankara’ya geliş gösterileri arasında (cezaevinden yaşı nedeniyle çıkarılmasından sonra) Adalet Partililerin erleri kucaklayarak ve kamyonlara alarak subaylara hakaret işaretleri yaptıklarını okuyunca: Yarabbi ne kadar değişmiyoruz. Yahut gerçek değişmenin yollarını ne kadar bilemiyoruz ve bulamıyoruz diye hayıflanmamak elimden gelmedi”
Falih Rıfkı’ların kuşağının yaşadığı günler askeri bozgunların, ekonomik ve toplumsal yetersizliğin kol gezdiği açlık ve fukaralığın “alamet-i farika” gibi Anadolu’ya yapıştığı bir dönemdi. Ne ki nicelik farklılıkları var olsa da günümüzdeki durumda fazla değişik değildir. O günlerin Almanya’sının yerini bugün ABD almıştır. Halkın büyük çoğunluğu gene bir dilim ekmek için yaşam savaşı vermektedir. Eskiden işsizliği mas eden tarım sektörü ile KİT’ler tarihe karışmıştır. Demirel’in tek övüncü olan “kendi kendine yeterli olan yedi ülkeden biriyiz” sözü mazide kalmıştır. Ekonomi bütünüyle dışa bağımlıdır. Bir dönemin Düyun-u Umumiye” idaresi yerini küresel finans şirketlerine bırakmıştır. Medyamızın en muştulu haberlerinden biri de Standarts and Poors, Moody vb gibi kredi değerlendirme kurumlarının verdiği notlardaki düzelmelerdir. Bu kurumların karnesine bağlanmış durumdayız.

Ekonomiden sorumlu Bakanlarımız şu ya da bu şekilde IMF ve Finans şirketlerinin patentine sahiptir. Kemal Derviş ve bugünkü Maliye Bakanımız bunun en çarpıcı örneğidir. Geride bıraktığımız yüzyılı bir kısır döngünün içinde yaşadık. Bunun adına kimi zaman inkılâp, kimi zaman devrim dedik. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geldik. Tartışmalarımız aynı teraneyi değişik nakaratlarla yineleyip durdu. Çünkü gerçek “devrim”den bir haberdik. Başbakanımız muktedirsizliğini “mağduriyet” olarak sunmakta. Muhalefet bu konumu doğrulamakta, yani bilmeden Başbakanı aklamakta inatçı. Biri trafik kazası geçirdim hastahaneye almadılar diye insanları ağlatarak oy toplama derdinde öbürü ise Fransa’ya eşli niye gidemedi diye ona hak vermekte. Öyle tartışmalar ki yüzyıldır yinelenip duruyor.

Ahmet Rasim bu tip tartışmaları 1927 mayısında yayımlanan (Cumhuriyet Gazetesi) bir fıkrasında. “Tükenmez”e benzetir. “Tükenmez”i de şöyle anlatır: Eski idareli kadınlar –vakit ve hal gereği- peyniri bol suda pişirirler, sofrayı kurup çevresinde otururlar, ekmeği yağlı tuzlu suya basarlar, peynirin söğüşünü katık edip karınlarını doyururlar, bol rızık veren Allah’a şükredip kalkarlar bu yemeğin adına “Tükenmez” derlerdi. Bunun bir adaşı daha vardır ki oldukça sarhoşluk vericidir…Tükenmezin daha başka türlüsü var mı yok mu bilmiyorum ama, eski padişah Abdülaziz’in öldürülmesi veya intiharı sorunu elli bu kadar yıldan beri sürerek bitip tükenmediğine göre bu da bir tükenmez oldu”
Yıllar önce gazetelerde yayımlanan “pehlivan tefrikaları” pek tutulurdu. Bu nedenle diyelim yarım saatte biten bir güreşi neredeyse bir ayda anlatırlardı. Bir de “Temcit pilavı” denilen bir sözü anımsarım aynı konunun sürekli yinelenmesi için söylenirdi. “Batış Yılları” anılarından alıntı yaptığım bölümler ile günümüz Türkiye’sini karşılaştırdığımızda hepimizin “Dolap Beygiri”ne döndürüldüğünü fark ederiz. Ne var ki temel sorun işsizlik, artan açlık ve yoksulluk, hatta yoksunluk (mahrumiyet) sürekli hem mutlak hem de görece artıyor. Yoğunlaşıyor. Belirli bir hastahaneye değil neredeyse hiçbir hastahaneye kabul edilemeyen, erişemeyen yığınlar var. Olmayan, gerçekleşmeyen darbeler, kimseyi mağdur etmez ama bunları kullanıp, gerçekleşen ve milyonları mağdur eden darbeleri halkın sırtına indiren “balyoz”ları ıskalamak bir ülkeyi tümüyle mağdur eder. Mağduriyet günümüzde karnı-tok, sırtı pek mekanı saray olanların asla kulanmaması gereken bir sözcüktür. Hele sermaye goygoyculuğu ile yaratılan mağduriyetin hesabı zor verilir. “Balyoz” yüzyıldır ezilenlerin, emekçilerin, küçük üreticilerin sırtında patlıyor, 1971 kışında Ankara radyosunun 22.45 haberlerinde “Balyoz gibi üzerlerine ineceğiz” sözünü duyan İnönü bile isyan etmişti. Sonunu hep birlikte izledik. Eskilerin bir türlü elifbayı sökemeyen cahillere yönelik bir özdeyişi vardı: “Benim oğlum bina okur, döner döner onu okur” Bugünkü görünüm siyaset önderlerinin sözlerinin tükendiğini gösteriyor. Ama sosyalistlerin sözü var ve bitmeyecek.