Yaş Tahtada Cümbüş

Günümüzün orta yaşlıları bile hatırlamaz. Türkiye’de yerli ve yabancı filmleri seslendiren iki ustadan Adalet Cimcoz ve Ferdi Tayfur’dan söz etmek istiyorum. Kardeş olan bu iki ses ustası sesleriyle, konuşma tonları ile bizleri “mest” etmişlerdir. Adalet Cimcoz, Belgin Doruk’tan Ingrid Bergman’a deyin birçok yıldızın Türkçe’deki sesi olmuştur. Kardeşi Ferdi Tayfur ise Amerikan’ın ünlü komedyenlerini, yerel konuşma biçimleriyle, canlandırmıştır. Lorel – Hardy, Üç Ahbap Çavuşlara büyük katkılar yapmıştır. Marx Biraderlerin “Üç Ahbap Çavuşlar” adıyla Türkçeleştirilen filmlerinde en büyük bıyıklı biraderi Ermeni aksanıyla Türkçeleştirmiş… Bugün de andığımız komik ve düşündürücü sahnelere katkı yapmıştır. Bu filmlerden birinde Arşak Palabıyıkyan ünlü bir otel müdürüdür. İlk icraatında resepsiyon memuruna odaların anahtarlarını birbirleriyle değiştirmesini emreder. Memur şaşırır “Ama müdürüm, o zaman herkes başkasının odasına girer” diyecek olur. Arşak’ın yanıtı evlere şenliktir: “Doğrusundur evladım ama sen sonra çıkacak cümbüşü seyret…”

Büyüklerimiz, hocalarımız, her zaman bizlere, “yaş tahtaya basma” öğüdünü verirler. Bu bir işe girerken, önemli kararlar verirken dikkatli ol anlamında söylenmiştir. Ne var ki geçtiğimiz hafta, basit ve gelenekleşmiş bir tayin sistemi ülkeyi allak bullak edecek hale dönüştü. Siyasal erk, “yaş tahtaya” basmamak isterken o yaş zemin üzerinde Palabıyıkyan’ın bile düşünemeyeceği bir cümbüşe neden oldu. Beşiktaş Adliyesi, sıkıyönetim kumandanı gibi “derdest edin” emirleri yağdırdı. Ankara’da Bakanlar, Generaller, Cumhurbaşkanı arasında kafaları karıştıran garip ve de anlamsız, sonuçsuz, ürkütücü bir trafik yoğunluğu haberleri doldurdu.

Siyasal erk ve yandaş medya “bakın darbe geliyor” kokan haberler yayınladılar. Beşiktaş mahkemesinin hukukuna uymuyorlar feryadını yükselttiler. Bu ürkünç haberlerin, beyaz gömleği sırtıma geçirdim böbürlenmelerinin ciddi bir temeli var mıydı? Var dersek, bugün siyasi erki elinde tutan AKP’ye hakaret etmiş oluruz. Çünkü böyle bir tehlikeden söz etmek “küresel siyaset”i anlamamak anlamına gelir. Hakaret de sayılabilir. Ekonominin tüm parasal göstergelerinin düzenli işlediğini ileri süren bir iktidarı devirme egemen sınıfın, aklına gelebilir mi? Ayrıca neo-liberal küresel sistemle böylesine uyumlanmış bir iktidarı devirmeyi kim destekleyebilir? ABD mi, Rusya mı, yoksa Çin mi?

Siyasal erki temsil eden AKP ileri gelenleri, siyasetten anlamamaları gerekir ki böyle bir kuşku içine düşsünler. Biliniz ki böyle bir cehaletleri ve de lehimleri yok. Neden mi? Çünkü dünyada askeri darbeler çağı Sovyetler Birliği'nin sönümlenmesiyle sona ermiştir. “İdeolojiler ölmüştür” belgisini bayrak yapan ABD, darbeleri niye desteklesin.

1950-1990 yılları arasında, ABD, kendi arka bahçesi kabul ettiği ülkelerdeki sorunlarını darbelerle çözümlemiştir. Çünkü bu ülkelerde “bizim oğlanlar (our boys) diyebileceği bir darbe nüvesine daima sahiptiler. Bizim ülkedeki darbelere şöyle bir bakalım.

27 Mayıs 1960. Demokrat Parti, bugünkü özel yetkili mahkemeleri andıran, İstiklal mahkemelerini çağrıştıran, TBMM’de “Tahkikat Komisyonu” adında bir komisyon kurarak olağanüstü yetkilerle donatılmış, doğrudan tüm muhalifleri tasfiye mekanizmasını yaşama geçirerek bir baskı dönemine girmişti. Diğer yandan Menderes, Çankırı ya da Kastamonu’da bir fabrikanın açılış töreninde yakında Moskova’ya gideceğini net bir şekilde ifade etmişti. Bu ABD’nin bir darbeyi dolaylı desteği için yeterliydi. 27 Mayıs 1960 sabahı darbenin gerekçesini açıklayan Alpaslan Türkeş, “Nato ve Cento’ya bağlıyız” cümlesiyle konuşmasını noktalıyordu. ABD’nin bu darbenin de arkasında olduğunu, desteklediğini ortaya koyuyordu.

12 Mart 1971… 1960’lı yıllarda sol eğilimler güçlenmiş, Türkiye İşçi Partisi kurulmuş, ABD’nin 6. Filosu Dolmabahçe’de püskürtülmüştü. İşçi sınıfı sesini yükseltiyordu. DİSK kurulmuş, nihayet İstanbul’da sermaye çevrelerinin gözünü korkutan 15-16 Haziran işçi eylemi gerçekleşmişti. 12 Mart darbesi suhuletle başladı, kısa süre sonra radyonun 23.00 haberlerinde, Bakan (eski asker) Sadi Koçaş’ın “üzerlerine bir BALYOZ gibi ineceğiz” gürlemesiyle gerçek yüzünü göstermişti.

12 Eylül 1980… Bu darbe kerelerce açıkladığım gibi Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980 neo-liberal doğrultudaki kararlarını tamamlayan zorunlu bir adımdı. ABD'nin “bizim oğlanlar” diye nitelediği, solu tamamen silmeyi amaçlayan bir hareketti.

Görülüyor ki, Sovyetler Birliği yaşadığı sürece ABD darbelerle, iç savaşlarla (Vietnam vb gibi) erkini bir şekilde sürdürüyordu. Şimdilerde ise dini ve tarikatları darbede kullanıyor.

Bu gerçeği mevcut siyasal erk, yani AKP iktidarı bilmiyor mu? Kuşkusuz ki biliyor! O halde “darbe paranoyası” diyebileceğimiz “siyasal asabiyeti” neden gündemde tutuyor? Bu sorunun yanıtı çok açık: “sözde” ve de “özde” sözcükleri ile süslenmiş bir e-muhtıra yazacak kumandana ihtiyacı var. Yakalamalar, davalar kimseyi böyle bir muhtıraya zorlamadı. O zaman tek çare, “beyaz idam gömleği ile geldim” vb. gibi mağduriyet çığlıkları atmak için, bak ben neler çekiyorum demek için her yola başvuruyor. Ve de bilinçli ya da bilinçsiz “sevr”i adım adım uygulamaya koyuyor. Belki de amacı Doğusu Kürdistan’a, batısı Avrupa Birliği’ne bağlı bir Türkiye oluşturmak. Ne var ki bu ülkenin en çok kahrını çeken Türk, Kürt emekçileri ortak ürünlerinin böylesine yağmalanmasına izin vermeyecekler. “Güneşin sofrasını” birlikte kaşıklayacaklar. Medyadaki “kriz”, “Flaş, flaş” anonslar, sadece bir gösteri. Kafaları karıştırıyor. Bu nedenle, halkoylamasında “Kafa karıştırmaya HAYIR” demeliyiz.