Vesâyet tamam da vâsi kim

Her şeyi bir yana bıraktık. İşsizlik, yaygınlaşan açlık, fukaralık, yoksunluk, kaybolan çocuklar hepsini bir kenara koyduk sabahtan gece yarılarına kadar darbe ve vesayeti tartışıyoruz. Şikayetimiz askeri vesayetten sivil vesayetimi yeğliyoruz o da belli değil. Ne ki ekranlarda saatlerce tartışan anlı-şanlı akademisyenler (?), bilgileri kendilerinden menkul köşe yazarları, “vesayet” konusunu işliyorlar ama bir türlü gerçek vasi’den söz etmiyorlar.

Öncelikle şu vesayet sözcüğünü irdeleyelim. Bugün, özellikle hukuk dilimizde çok kullanılan bu sözcük “vasilik” anlamına geliyor. Bu manada koruyucu, tavsiye edici, emir edici olarak da yorumlanabilir. Özellikle belli bir yaşa kadar çocukların (bizim hukukumuzda 18 yaşa kadar) vasisi ebeveynleridir. Onlar adına kararlarda emredici, koruyucu ya da tavsiye edicidirler. Bir de bunama, sağduyulu karar veremeyecek durumdaki yaşlılar vesayet altına alınır. Bu gibi kişiler “Mahçur” diye nitelenir. Bu koşullarda toplumsal anlamda vesayetten söz etmek halka, vatandaşa ağır bir hakareti içerir onların karar alma niteliklerine güvenilmediğini ifade eder. Maalesef yüzyıllar boyu halka “mahcur” muamelesi lâyık görülmüştür. Osmanlı, Selçuklu dönemini bırakın yüzyıllık “inkilâp” bu hor görmenin örnekleriyle doludur. Yakup Kadri , Kadro dergisinde (otuzlu yılların başı) inkilâbın yığınlara inemeyeşini şöyle anlatıyordu…

“…Bazı şeylerin adı değişmekle mahiyetlerini değiştirilebileceği zannı, inkilâp hareketinin bizde yarım yamalak kalmasına sebep olan amillerden biridir. Türk inkılâpçıları lüzumundan fazla iyimserdirler. Bunlar arasında bir çokları, hükümetin bilmem kaç yıl evvel verdiği kanunun, bir kararın veya Meclisten çıkmış bilmem hangi kanunun hayatta bir tatbik sahsı bulduğuna, kânidir. Halbuki bugün inkılâbımızın onuncu yılında bile hile-i şeriyesiz şapka ve kasket giyenler, Kanun-u Medeniye’ye göre evlenip, boşananlar ve yeni harflerle yazıp okuyanlar bütün Türkiye’de on bin kişiyi geçmez. Bütün Anadolu kasabalarında, Ankara’nın, İzmir’in, İstanbul’un bütün kenar mahallelerinde kadınlar sımsıkı kapalıdır. Kocalarına şeriatça bağlıdır”. Usta yazarın bu saptaması sade o günler için değil nicel bazı değişimlere karşın bugünde geçerlidir ve bize halkların vesayet ürünü değişimleri kolay hazmedemediklerini göstermektedir. Yakup Kadri’ye bu satırları yazdıran İnkılâp partisi CHP’nin Serbest Fırka deneyimindeki yenilgisidir. Nitekim bu yenilgi Türkiye’nin “Tek Ulus-Tek Parti-Tek Şef” dönemine girmesine de yol açmıştır.

Falih Rıfkı 28 Temmuz 1933 tarihli Hakimiyet-i Milliye’de şunları yazmaktadır: “…Şimdilik elde iki sarsılmamış mevhum (kavram) var. Halk ve Millet. Her ağızdan sınıfsızlık ve milliyetçilik kelimesi akıyor”

1935 Tüzük değişikliği ve onu izleyen 1937 kısmi anayasa değişikliği ile parti-devlet bütünlüğü gerçekleştirildi. Partinin temel altı ilkesi anayasaya girdi. Valiler bölgelerinde parti başkanlığı ile de görevlendirildi. İçişleri bakanı aynı şekilde parti genel sekreteri görevini de yürütecekti. Şeflik kavramına ise partinin 26 Aralık 1938’deki olağan üstü genel kurulunda daha bir açıklık getirildi. Yapılan tüzük değişikliğinin gerekçesi şöyleydi: “…Millet arasında politik kanatları birbirine uygun olanlar kendi halinde dağınıktır, bunları ancak bir şef birleştirir ve hepsini bir teşkilat altında toplar. Şeflik rolü her memlekette ve bilhassa parti hayatına yeni girmiş memleketlerde çok mühimdir. Cumhuriyet Halk Partisi gibi milletin kurtuluş ve ilerleyiş mücadelesinde kendisine rehberlik etmiş, Cumhuriyetçilik, İnkılâpçılık, Laiklik gibi Türk milletini mütemadiyen ikbal ve refah mevkiine yükseltmekte olan ve siyasi partinin dar çerçevesinden çıkarak hemen bütün vatandaşları sinesinde toplamış olan bir partinin şefliğine intihap edilecek olan âli şahsiyetin (Milli Şef) vasfını da iktisap etmesi tabii olduğuna göre…Parti umum reisliğinde (değişmez) vasfını esas olarak kabul etmek bu yüksek makamın itibarını temin ve otoriteyi takviye bakımından milli menfaate uygun görülmüştür.”

Bu alıntılarda kanıtlandığı gibi Cumhuriyet’in ilk yirmi beş yılı CHP’nin vesayeti altında geçmiştir. Bu vesayet ordu ve bürokrat sivil kadrolarca icra edilmiştir. Halka yönelik bu vesayetin gerekçesi yapılan inkılâpları korumak ve de hazmettirmektir. O dönemde “Şeflik” diye telaffuz edilen bu tavrın “Doğu Despotizm”i bağlamında yorumlamak da mümkün. Ben o tür tartışmalara girmek istemiyorum. “halka rağmen halk için” şiarı ile nitelenebilecek bu yaklaşım Recep Peker’in Başbakanlıktan istifasıyla tarihe karışmıştır (1948). Buna karşın ulus devletin de üzerinde yeni bir vesayet karşımıza çıkmıştır.

1946 Baharı, güneşli ılık bir gün. Sarayburnu parkının en ucundayız. Ufuktaki belli belirsiz siluetlerin gelmesini bekliyoruz. Nihayet o güne kadar görmediğimiz büyüklükte Missouri zırhlısı ve refakatindeki iki savaş gemisi ağır ağır Haydarpaşa mendireğinin yakınından Boğaz’a giriyorlar. İstanbullular sahilde. Böylece yeni vâsimizin yüzünü somut olarak görüyoruz. O gemileri gezmek, en azından daha yakından görmek için motorlar müşteri taşıyor. “25 kuruşa Amerika” Naim Tırali’nin en güzel öykülerinden biridir. Şimdi içtenlikle şu soruların yanıtını düşünelim:

-O günden bu yana ABD’nin izni olmadan darbe yapabildi mi? Talat Aydemir mezarından buna “Hayır” diyecektir. 27 Mayıs’ın radyoda duyulan ilk sesi Türkeş okuduğu bildiriyi “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” diye bitirmedi mi?

-ABD icazeti ile gerçekleştirilen 12 Mart ve 12 Eylül’ün Balyoz’u kimler üzerine indi? Sol aydınlar, emekçiler ezildi.

-Sendikaları ilk eğiten hangi devletti? ABD.

-Başbakanlarımızı kim saptadı? Morison Süleyman nasıl AP genel başkanı oldu. Turgut Özal’ı kim neo-liberal doğrultuda eğitti? 1979 Mayısında bütün gazeteler tam sayfa yayınladığı neo-liberal doğrultuda yazılmış TÜSİAD Bildirisi kimin programıydı?

-1970’lerin ikinci yarısındaki terör ve ekonomik kriz neyin işaretiydi?

-24 Ocak ve sonrasının ekonomi politikası kim tarafından belirlendi?

-1948’den sonra ABD askeri ve ekonomik yardımlarının amacı neydi?

-1948’den bu yana Türkiye ekonomisi IMF vesayetinden çıkabildi mi?

Ben Mithatpaşa stadının (bugünkü İnönü) açık tribünlerinde Celal İnce’nin terennüm ettiği Türkçeleştirilmiş kovboy şarkılarıyla “Amerika…Amerika… I Love You” diye övgü düzüldüğü günleri bilirim. İnönü, Menderes, Demirel, Özal, Çiller, Baykal, Ecevit’i denetleyen Kemal Derviş ve bugünküler asıl vâsilerin kim olduğunu çok iyi bilirler. Zaten onlar da misyonları gereği kendi partilerinin “vâsi”sidirler.

Yukarıda soruları alabildiğince uzatabilirsiniz! Varacağınız nokta “vesayetin” gerçek “vâsi”sinin ABD ve onun temsil ettiği küresel kapitalizm olduğu gerçeğidir. Gerisi masaldır, fuzulî teferruattır.