Sınır Tanımayan Mütecavizlik

“Mütecaviz” sözcüğü “taciz”, “tecavüz” eden demektir. Kimi kez “saldırganlık” olarak da nitelenir ama bunun ötesinde çok daha geniş bir anlama sahiptir. Zaman zaman ustaca gerçekleştirilmiş bir işgali, kimi kere bir hakkın açık ya da örtülü ihlali biçiminde karşımıza çıkar. Sürekli bir taciz ve tecavüz eylemine yol açar. Saldırgan, gözü dönmüş bir katil içinde kullanılır, bir ülke içinde yeğlenen bir terimdir. Irak’a sudan ve gerçekle ilgisi olmayan nedenlerle saldıran ABD’de tam anlamıyla “mütecaviz”dir.

Görülen tacizlerin ve tecavüzlerin dışında görülmeyen, buna karşın sınır tanımayan bir güçle “mütecaviz”liğini sürdüren, bugünkü düzenin yarattığı mahşerin dört atlısından biri ve en etkilisi olan “Serbest Piyasa”dır. İlk tacizi “serbesti” gibi kavramı kullanarak yapmıştır.

Günümüzdeki “eko-mahşer”in bu atlısı evimizin, hatta düşüncemizin mahrem köşelerine kadar tecavüz etmektedir. Orhan Pamuk’un bu kaos ortamında aradığı masumiyetin namusu piyasa tarafından kirletilmiştir. O da bunun farkında olup müzesini mecburen piyasaya emanet etmiştir.
Serbest piyasa denilen mütecavizcinin, tasallut ettiği haklarımıza, değerlerimize bir göz atalım, nasıl bir işgal altında olduğumuzu bir kez daha fark edelim. (sanki her zaman fark ediyoruz da)

-Geçen hafta anlı-şanlı ekonomi ikonumuz, Brooking Enstitüsü'nün Başkan Yardımcısı Kemal Derviş buyurdular ki gelişmekte olan piyasalar diye nitelenen ülkeler, krizi aşma bağlamında daha fazla talep yaratsınlar. Bu emrin açık manası şudur bu ülkeler tasarruf etmesinler harcasınlar , böylece düzenin ağababalarının tedavi reçetelerine destek olsunlar. Yani, yoksullar alın, elinizdekileri küresel şirketlere yatırın ki onların büyümesine katkı yapın. Yani küresel piyasa mekanizmaları ile cebimize el atıyorlar. Gereksinimlerimiz doğrultusunda harcama yapma hakkımıza tecavüz ediyorlar. Televizyonlara kadar düzenin borazanları zaten hep tüket-tüket diyorlar. Yani kazan-kazan düsturunu beslememiz isteniyor.

-AB ülkeleri gerçekleşmemiş olan küçük Balkan ülkelerini (Makedonya, Karadağ,Sırbistan) vatandaşlarına vizeyi kaldırıyor, yani AB ülkelerinde serbest dolaşıma kapılarını açıyor. Türkiye’ye ise bu hakkı üye olduktan sonra bile tanımayacağını önceden açıklıyor. Bu da bir başka hak tecavüzü. Anonim şirketlerdeki oy hakkı olamayan hissedarlık gibi. Çünkü AB’nin emek piyasasının koşulları bunu gerektiriyor.

-Piyasanın mütecaviz yapısına en güzel örnek TUİK’in açıkladığı son işsizlik verileridir. Bu verilere göre en yüksek işsizlik oranına Güneydoğu’da rastlıyoruz: Şırnak %22.1, Hakkari %18.3, Tunceli %17.9 vb gibi. Buna karşın büyük kentlerimizde işsizlik oranı düşük, Türkiye ortalamasının altında: Ankara %11.8, İzmir %11.8, Kocaeli %11.5 İstanbul %11.2 vb. Bunun temel nedeni piyasa koşullarının yatırımların eşitisiz dağılımını doğurmasıdır. Yatırımcı sosyal ve ekonomik alt yapının olduğu, dolayısıyla sermaye/hasıla katsayısının yüksek getiri vaad ettiği bölgeye yönelir. Bu eşitsizliği gidermenin tek yolu genel ve bölgesel planlama ve kamu yatırımlarıdır. Piyasacı düzen bu çözümü elinin tersiyle ittiği gibi yağmacı özelleştirme politikaları ile bölgenin sanayi varlığını da ezip yok etmiştir.

İşsizlik oranlarının (Adana hariç) düşük olduğu sanayi yoğun illerde ise (İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa) işsiz sayısı diğer 77 kente eşittir. Bu kentlerde toplam işsiz sayısı 1 milyon 446 bindir. Bu yüksek miktarın nedeni de iş umuduyla bu illere yönelik göçün (bu göç piyasanın zorunlu bir emridir) yarattığı koşullardır. Ne yönden bakarsanız bakın piyasanın kişinin en temel hakkı olan “çalışma hakkına” hatta istediği yerde “oturma hakkı”na tecavüz ettiği görülecektir.

-Piyasa’daki temel impuls olan kârın azamileştirilmesi tutkusu inanılmaz dalaverelerin, kumarbazlıkların, soygunların da sahnelenmesine olanak sağlamaktadır.

Birinci örnek bir hayvancılık şirketinin uyguladığı “Süt Bank” yöntemidir. Bu şirket yatırımcısına temel 3500 TL’den beş inek tahsis etmeyi talep ediyor. Buna karşılık her inek için 180 kg çiğ süt parasını, bu parayı yatıran kişiye vermeyi taahhüt ediyor. Çiğ süt’ün 0.83 TL olduğuna göre 0.83x180 TL yani 149 TL bir gelir sağlıyor. Tabii para yatırılan inekler gene şirketin çiftliğinde bulunacak. Bir anlamda ineğin süt verimine dayanan tahvil ihracı gibi bir yöntem. Ne var ki işlemesi çeşitli sorunlara vabeste. Nitekim şirket ilk dört ay gebelik payı olarak süt veremeyeceğini peşinen bildiriyor. Bilemiyorum bu yöntem işleyecek mi? Pek zannetmiyorum ama “Dünyadaki tüm nimetlerin metalaştırılması”na güzel bir örnek.

Yenilerde yaygınlaşan bir başka kumar ise “Foreks Piyasası”dır. Bu piyasada finans oyuncuları (kumarbazlar) Türkiye’de 3 milyar dolar, Dünya’da ise 3 trilyon dolarlık işlem yapıyorlar. Bu işlemler denetimsiz. Foreks piyasasında işlemler genellikle internet üzerinden yapılıyor. Bu işlemlerin en önemli özelliği ise kaldıraçlı olması. Bu kaldıraç yöntemi ile 100 dolarla 40000 dolar kazanmak mümkün. Şöyle ki 100 dolarla 1.52 paritesinden 40 000 dolar satın alan biri dolar paritesi (TL ile) 1.5225’e çıkınca yatırımcı (0.25 X 40000) dolar kazanıyor, eğer dolar 1.52 TL’nin paritesinin altına düşerse kaybı da sadece 100 TL’dir. Bu piyasanın dolaşımdaki yasal kumarla hiçbir farkı yoktur. İddaa, at yarışı, hatta loto’ların, Monaco kumarhanelerindeki rulet oyunları da aynı kazanım iç güdüsüyle oynanır. Sonuçta piyasanın güçlü oyuncuları hep kazanır.

-Piyasa aynı acımasız yapısı ile insanın emeğine de el koymanın kapılarını açmaktadır. Sermayenin piyasa kanalıyla emek ürünlerinin tümünde tecavüzlerini inatla sürdürmektedir. Emeğin belli bir süre içerisinde yarattığı değerle eline geçen ücret arasındaki fark bu istismarın bir göstergesidir. Bugünlerde bu sömürü çifte kavrulmuş lokum olarak sermaye tarafından adeta “misliyle” katlanmıştır. En çarpıcı örnek “raiting” rekorları kıran televizyon dizileridir. Bunlardan Türk edebiyatının klasik yapıtlarını ekrana taşıma savında olanlardaki çirkin tecavüzlere değinmek istiyorum. Dizilerde sözü edilen romanları ve oyunları okuduğum ya da seyrettiğim için şu anda yapılan işin çirkinliğine tahammül etmem mümkün değil. Reşat Nuri Güntekin’in “Yaprak Dökümü” 1942-43 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sergilendiğinde iki buçuk saat süren bir oyundu. Cumhuriyetin getirdiği toplumsal değişimin geleneksel Türk aile yapısında yarattığı travmayı anlatıyordu. Oysa neredeyse üç yıla yakın süren aynı adlı televizyon dizisi, inkilâp sürecini yansıtan eserden uzaklaşmış, garip ve Reşat Nuri’nin anısına açık bir tecavüz olayı haline dönüşmüştür. Aynı şekilde Halit Ziya’nın Tanzimat seçkinlerinin toplumsal dönüşüm karşısında tükenişini yansıtan “Aşk-ı Memnu” da ana temasından saptırılmış, adeta Türk malı “Sex and City”e dönüştürülmüştür. Diyeceksiniz ki Elif Şafak “gönlü kırık Amerikan kadınından nasıl bir “aşk” hamuru yoğurduysa, senaristler de “Aşk-ı Memnu”yu yirmi birinci yüzyıla öyle taşımışlar. Ne ki Halit Ziya’nın başarıyla yansıttığı bir döneme yazık olmuş. Roman’ın Bihter’den daha öndeki karakteri, içine kapanık, oymacılıktan başka umarı kalmamış Adnan Bey’in geçirdiği travmanın üstü bir kalemde çizilmiş. Bihter ve uçarı Behlül öne çıkıvermiş. Senarist iki hanıma sorarsanız “Piyasa” diyecekler. Yazarların telif hakları bir yana, fikri namusları olan yapıtlarına tecavüz edilmiş.

Asrımız bir tecavüz asrı, En tabii hakkımız, edinimlerimiz, emeğimiz, sağlığımız, emekliliğimiz kısacası yaşadığımız her anımız “mütecaviz” düzenin işgali altında. Aklımız yönleri belirsiz bu tacizlerden ötürü karıştırılmış durumda. Olayları ağzı açık, bir “komplolar seti” gibi izlemeye mahkum edilmiş. “Durdurun bu düzeni inecek var” demenin zamanı gelmedi mi?